Bölüm

Kanaatkârlık ve yardım sembolü: Cengiz Songür

1963, Konya-31 Mayıs 2010, Gazze yolu-uluslararası sular

Konya/Hüseyinler Köyü’nde başladı ona verilen ömrün ilk nefeslerini almaya. 6 yaşındayken İzmir’in Kadifekale semtine göçtü ailesiyle birlikte. İlk ve orta öğretiminden sonra eğitimine devam etmeyip babasının yanında çalışmaya başladı. 19 yaşındayken Sultanıyla, yani annemle evlenmiş, 20’sinde askere gitmişti geride annemi ve en büyük ablamı bırakarak… Askerden döndüğünde sıkı bir çalışma hayatına girmişti. Bu sıralarda başlamıştı yaşadığı İslam’la ilgili sorgulamaları. Kendini geliştirme çabasını anneme de aşılamaya çalışıyordu. Geleneksel din kalıntılarından bir an önce kurtulmak için sohbetlere gidiyor, bol bol kitap okuyordu…

Bu ilerleyiş içerisinde yıllar birbirini kovalarken 4. çocuğu olan İsmail Abimden sonra Allah nasib etti ve Karabağlar semtine kendi evini inşa etti. Başını sokacak bir evi ve 4 çocuğu vardı artık… Geçip giden zamanla beraber ailesi büyüdü ve 6 kız 1 erkek olmak üzere 7 çocuğun babası oldu… Birçok işe başladı/girişti fakat maddi sarsıntılardan dolayı çok uzun sürmedi belirli bir işte kalışı. En sonunda seyyar giyim, tuhafiye işinde buldu rızkını. İslam’a olan bağlılığı ve tebliğde daha da büyük kitlelere ulaşma arzusu nedeniyle arkadaşlarıyla beraber Özgün-Der’i kurdu. Faaliyetini özelde bu dernekte, genelde hakkı savunan tüm derneklerde sürdürdü… Etikete önem vermeden samimiyet duydu insanlara ve belkide bu yüzden bu kadar çok sevildi herkes tarafından…” (Kızı Zeynep’in kaleminden)

İsrail, Gazze’ye değil kendisine duvarlar örmüş aslında. Resmen paranoyak olmuşlar. Korku imparatorluğu kurmuşlar İsrail’de. Gazze’yi ablukaya almamışlar, kendilerini almışlar.”
Harun Aktürk (Arkadaşı)

16 Ağustos 2010, İzmir

Cengiz Songür’ün eşi Nurcan, oğlu İsmail (20), kızları; Zeynep (19), Sena Nur (17), Meryem (15); damadı Mustafa Özoran ve Mavi Marmara’da da beraber olduğu yirmi yıllık arkadaşı Harun Aktürk ile baskın gecesini tekrar yaşıyoruz adeta.

Kızlar, babalarının ölüm anını anlatması için arasıra ısrar etmişler Harun Abilerine. Ama o, üzülürler, dayanamazlar diye anlatmak istememiş hiç. Benim ısrarıma da direniyor baştan. Fakat sonunda kızlarla beraber “Şimdi anlatmazsan ne zaman anlatacaksın? Tarihe not düşelim ki herkes bilsin.” diyerek ikna ediyoruz…

Upuzun ve derin bir sessizlikten sonra anlatmaya başlıyor… Anlattıkça o anlara geri gidiyor ve bizleri de yanında götürüyor…

Sanki hepimiz o lanet olası güvertedeyiz. Sanki kendi gözlerimizle tanık oluyoruz her ana…

Harun Aktürk: Baskın günü, biz geminin birinci katındaki güvertedeydik. Bir anons yapıldı. Gemide bir hareketlenme oldu… Herkesin can yeleği giymesi ve uyanık olması gerektiği söylenmişti. Hepimiz giydik can yeleklerimizi. Hatta Cengiz Abi’ye gülmüştüm; göbeğinden can yeleğinin ipi bağlanmıyordu. Bayağı bir zorlanmıştık onun can yeleğini bağlarken…

Bu anonstan birkaç saat sonra İsrail gemilerini görmeye başladık. Heronlar uçuyordu üzerimizde. Görüntü alıyorlardı.

Biz hâlâ, İsrail büyük gemilerle müdahale eder, rotamızı değiştirir, sıkıştırır, bu sırada panik olursa güvertedeki insanlar denize düşüp boğulabilir diye düşünerek, herkes can yeleğini giymiş mi diye kontrol ediyorduk.

Sonra, nasıl olduğunu anlayamadan, Zodyaklar bindirdiler…

Tombaladan çıktılar sanki.

Hiç ses yoktu… Bir baktık bir sürü Zodyak ve İsrail askeri etrafımızı kuşatmış…

Güverteye kanca attılar. Yukarı çıkmayı denediler. Geminin yangın hortumuyla su sıktık ama su pek de tazyikli değildi; yüzüme tutuyordum hiç bir etkisi olmuyordu…

Çöplerini falan attık üzerlerine…

Sanki hepsi bilgisayar oyunundan çıkmış gibilerdi. Oğlumun oynadığı bir bilgisayar oyunu vardı, o oyunun sahneleri geldi gözüme.

Yerlerinde duramıyorlardı, panik hâlinde acayip acayip hareketler ediyorlardı. Acaba bunlara simulatör ile mi eğitim veriyorlar, dedim kendi kendime… Çok enteresanlardı.

İsmail Songür: Kayıtlara bakınca, bizimkilerin elinde süpürge sopası var, karşısındaki İsrail askerinde en gelişmiş silahlar; bizimki sopayla askerin üzerine gidince, asker korkup kaçıyor. Acayipti. Allah onu onun gözüne nasıl gösteriyor artık bilmem ki.

BM Raporu/Madde 113. İsrail kuvvetleri ilk önce tekneye iliştirecekleri merdivenleri kullanarak gemiye çıkma teşebbüsünde bulunmuşlardır. Yolcuların da iştirakiyle gemiden hortumlarla su püskürtülmüş, insanlar sandalyeler, sopalar, bir tabak kolisi vb. gibi ellerine ne geçtiyse hücumbotlara fırlatmışlardır. Böylelikle, gemiye ilk tırmanma teşebbüsü başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Komisyon’un görüşüne göre, İsrail kuvvetlerinin bu noktada bir değerlendirme yaparak gemiye asker çıkarma planlarının sivil kayıplara yol açacağını hesaplamaları gerekirdi.

Harun Aktürk: Bir yandan da ses bombaları, gaz bombaları falan atıyorlardı… Ama hepimizde gaz maskesi vardı. Normalde, gaz maskesinin ucundaki filtreyi açmazsanız nefes alamazsınız. Ben, yanımıza onlarca gaz bombası düşmesine rağmen, gaz maskemin filtresini açmadım ama bir şey olmadı, Allah’ın hikmeti işte…

Yani, Allah bizimle beraberdi orda. Gaz bombası düşüyor, çıkan gaz da sabah denizden gelen meltemin etkisiyle dağılmadan toplanıp gidiyordu… Mucize gibi bir şeydi bu…

O arada biz, geminin alt güvertesinde bulunan, Gazze’deki inşaatlar için götürdüğümüz, kaynakçıların demir kesmek için kullandığı canavarları almaya gittik… Gemiye attıkları kancaları kesecektik… Gemiye çıkmasınlar diye, ne işleri vardı gemide?

Hatta iş biraz daha ciddiye binince, geminin orasından burasından demirler kesip sopa olarak yanımıza aldık…

Sonuçta, adam saldırıyor sana. Canına kastediyor. O gemi bizim evimiz. Sorgusuz sualsiz niye bizim evimize girsin ki…

Sen uluslararası sularda tamamen sivil insanlardan oluşan gemiye silahlarla gireceksen, ben de gemiden birkaç tane sopa keserim…

Sonradan, İsrailliler’in “Gemide bulduk…” diye sergiledikleri bıçakları falan görünce şok oldum…

Biz geminin kafeteryasında çalıştık mesela. Orada, soğan soyacaktım, bir tane bile bıçak yoktu. Geminin mutfağına gittim; aşçıbaşından yalvara yakara bir tane bıçak istedim. Yemin ediyorum, meyve bıçağı verdi. Soğana vuruyorum, bıçak yamuluyor.

Zodyaklardaki askerler güverteye çıkamayacaklarını anladılar herhalde ki bir anda bir helikopterler belirdi yukarıda.

İndirme yapmaya başladılar.

Helikopterlerin biri gidiyor, biri geliyordu. Yukarıda neler olduğunu tam göremedik, ama bir süre sonra bizim olduğumuz güverteye yukarıdan müthiş bir ateş açıldı.

BM Raporu/Madde 114. Askerlerin hücumbotlardan gemiye ilk çıkma teşebbüslerinin akim kalmasından sadece birkaç dakika sonra, ilk helikopter saat 04.30 sularında gemiye yaklaşmış ve üst güvertenin üzerinde havada asılı kalmıştır.

Bu anda 10 ila 20 yolcunun bulunduğu üst güvertenin orta bölgelerinde yaşananların diğer yolcular tarafından öğrenmesiyle bu sayı artmıştır. İsrail askerî kuvvetleri, askerlerin ineceği bölgeyi temizlemek için gaz ve stun bombaları kullanmışlardır. Helikopterden fırlatılan ilk halat yolcular tarafından yakalanarak üst güvertede bir yere bağlanmış ve böylelikle gemiye inecek askerlerin işine yaramayacak bir hâle getirilmiştir.
Daha sonra ikinci bir halat sarkıtılmış ve ilk asker grubu gemiye inmiştir. Komisyon, bu askerlerin halatlardan gemiye inerken ellerindeki silahlarla ateş ettikleri iddiasını inandırıcı bulmamaktadır.
Fakat Komisyon, askerlerin inmesi öncesinde helikopterlerden üst güverteye gerçek kurşunla ateş açıldığı sonucuna varmıştır.

Harun Aktürk: Kaptan köşküyle güvertedeki irtibatı sağlamak için telsimiz vardı. Musa Abimiz, yanımıza gelirken düştü, “Abi, bi’şeyin var mı?” dedik. “Yok ya, omuzum çok ağrıyor, biraz içeri geçicem.” dedi. Biz de düşerken omuzunu bir yere çarptı zannettik.

Telsizi Cengiz Abi’ye verdi, gitti. O sırada bir anons yapıldı, “Arkadaşlar, direnmiyor ve gemiyi teslim ediyoruz, içeri çekilin, iki kayıbımız var.” dediler.

Daha sonra, Cengiz Abi bizim bulunduğumuz yerden karşı salona geçmek istedi. Geçerken de telsizi bana verdi.

O esnada işte… İki adım attı… Düştü Cengiz Abi…

İsmail Songür: “Teslim oluyoruz!” anonsuna rağmen…

Harun Aktürk: Bizim bulunduğumuz yerle salon arasında üç dört metre vardı…

Cengiz Abi, telsizi bana verdi ve “Ben içeri geçiyorum.” dedi.

İki adım ya atmış ya atmamıştı ki… Düştü…

Müdahale edemedim… Gidemedim yanına…

Çünkü… Çünkü onunla aramızda yoğun ateş vardı…

Durmadan ateş ediyorlardı… Gidemedim… Ateş ediyorlardı…

Daha sonra… Karşı taraftaki arkadaşlar… Cengiz Abi’yi… bacağından… içeri… çektiler…

benim kanaatim, o anda şehit olduğu… Çünkü… sırt üstü düştüğünde… ellerini “şöyle” havaya kaldırdı ve indirdi…

Başka hiçbir hareket olmadı… Birkaç saniyelik bir iş…

Ben arka taraftan geçtim içeriye…

kalp masajı yapılıyordu Cengiz Abi’ye… Malezyalı bir doktor vardı… Muhammed… kalp masajı yapıyordu… bir ümit işte… bayağı bir uğraştı… ama sonra… elleri ile işaret etti…

Sarıldım… öptüm Cengiz Abimi… okşadım…

Derin sessizlik… Hiçbirimizde tek kelime edecek hâl kalmamış. Bitkiniz. Üzgünüz…

Sanki zaman durmuş… Ve sanki Cengiz Songür gözlerimizin önünde veriyor son nefesini…

Yanıbaşımda oturan yüreği yaralı eş Nurcan Songür’ün yüzüne bakmaya cesaretim yok.

Odadaki hüznün ağırlığı kalın bir örtü gibi iniyor üstümüze.

On beş yaşındaki en küçük kardeş Meryem’in hâli ise anlatılır gibi değil. Sena Nur ve Zeynep, bu ağır ve yoğun zaman diliminin esaretine girmekten küçük kardeşleriyle ilgilenerek kurtuluyorlar.

İsmail, donuk bir ifadeyle ve gözünden yaş gelmesine… Ve sesinin titremesine engel olmaya çalışarak “Doktor, onbeş-yirmi dakika uğraşmış”’ diyor.

Bu röportajda bana hem şoförlük, hem fotoğrafçılık, hem de arkadaşlık yapan yeğenim Melis, ağlamaktan tıkanmış…

Hepimiz, dağılmış, savrulmuş bir hâldeyiz…

Cengiz Songür’ün yirmi yıllık can arkadaşı ve yoldaşı Harun’u Mavi Marmara’nın güvertesinde acısıyla baş başa bırakmış gibiyiz…

O siyah sessizliği ilk bozan Cengiz Songür’ün delikanlı oğlu İsmail oluyor.

İsmail Songür: Öldüğünü Harun Abi vasıtasıyla öğrendik… Cenazeyi alırken, ağlamayacağız, metanetli olacağız dedik ama boncuk boncuk ağladım. Morgda yüzünü açarken heyecanlandım biraz. Ama yüzünü açtığımda gördüğüm o gülümseme var ya, işte ondan sonra bir damla gözyaşı dökmedim. Ben yirmi yıllık babamda böyle bir gülümseme hiç görmemiştim.

“Ben mutluyum, siz kendi derdinize bakın.” dercesine çekip gitmişti.

Morgtan çıktıktan sonra tekrar geri döndüm. O gülümseyen yüzünü bir kaç defa daha açtırdım ve seyrettim.

Zeynep Songür: Babamı ilk önce mahalleye getirdiler; ama cenaze arabasından indirmediler çünkü müthiş bir kalabalık vardı… Sonra, Yeşilyurt devlet hastanesine götürüldü ve biz bütün aile, orada vedalaştık babamla…

Morga ikişer kişi girdik…

O atmosfer, o an, kelimelerle anlatılamayacak kadar can yakıcı… Ama babamın bulunduğu yer o kadar güzel kokuyordu ki… Keskin bi ilaç kokusunu delip geçiyordu gül kokusu…

Genelde kirli sakal bırakır babam ve giderken yine aynı haldeydi. Fakat morgda sakalları epey uzamıştı ve uç kısımları beyazlamıştı… Aksakallı dedeler gibi olmuştu. Hepimiz çok etkilendik bu durumdan.

Keza eve gelip sakinleştikten sonra oturup konuştuğumuzda da aynı şeyi dile getirdik; birkaç günlük olmasına rağmen, bedeninde aşırı bir çürüme yoktu. Sanki yaklaşık on kilo almıştı ve uyuyordu. Yüzü yumuşacıktı.

Dışarı çıkma zamanı geldiğinde çok zorlandık, bırakmak istemedik. Onu orada yalnız koymak istemedik… Ertesi gün de defnettik zaten… 4 Haziran’da… Yani doğum gününde… Annesi ile babasının tam ortasına…

İsmail Songür: Güzel bir ölümdü onunkisi… Çok seveni vardı…

İzmir böyle güzel bir cenaze görmedi…

Her kesimden insan vardı; herkesi birleştirdi babam…

İnsan olarak ölüme her an hazır olmalıyız; hatırlamalıyız ölümlü dünyada olduğumuzu. Bunun için de ben, sela duyduğum zaman, tanıyayım tanımayayım cenaze namazına katılırım.

Geçen gün de böyle bir cenaze namazına katılmıştım. Dikkat ettim de tabutu kaldıracak bir dördüncü kişi yoktu. Babamsa on binlerce insanın elleri üzerinde gitti.

Geri dönemeyebileceğini düşünmüş müydünüz?

Nurcan Songür: Daha önce düzenlenen kara konvoyuyla gidemediği için çok üzülmüştü. Gemi işini duyunca çok sevindi. Gitmek istedi. Ben de “Gitme!” demedim. Böyle bir şey olacağını nerden bilebilirdim. Aklımızın ucundan geçmedi…

Harun Aktürk: Bu kadarı kimsenin aklından geçmezdi ki… Gidersin, tartaklanırsın, hakaret görürsün, bunlar göze alınır. Ama insanın canını vermesi… Büyük bir bedel yani… On sekiz-on dokuz yaşında gençler, doksan yaşında yaşlılar vardı o gemide.

Bahattin Abi’nin cenazesine gittiğimizde, onun resmine bakıp: “İnşallah benimkini de böyle asarsınız.” demişti… Yola çıkmadan birkaç gün önce alışveriş yaptık. Eve bir çuval şeker, bir koli yumuşatıcı bir sürü şey aldı; “Niye bu kadar alıyorsun abi ya?” dedim; “Ne olur ne olmaz, bakarsın gideriz de dönemeyiz.” dedi.

Antalya’da, yola çıkacağımız günü beklerken, havadan sudan, yolculuğumuzla hiç alakası olmayan şeyler konuşuyorduk. Konuşmanın tam ortasında ve bir anda “Harun, benim helvam fıstıklı olsun.” dedi. “Niye fıstıklı Abi?” dedim. “Sana ne lan, fıstıklı yapın işte benimkisini.” dedi. Sonra da “Ee, seninki nasıl olsun?” dedi.

Bir de bizi Antalya’dan uğurlamaya gelen Ayhan diye bir arkadaşımız çevremizde dolanıyor, durmadan ikramlarda bulunuyordu bize. Cengiz Abi, “N’oluyo Ayhan? Hayırdır?… Yoksa biz ölecek miyiz de ondan mı üzerimize titriyorsun?” dedi…

D.Y: Ne işleri vardı orada, diyorlar…

Nurcan Songür: İyilik yapmayı seven bir insandı zaten, eline böyle bir fırsat geçince de değerlendirmek istedi, duramazdı yani! “Ne işi vardı orada?” diyenler otursun bakalım… Dünyanın başka bir yerinde de olsaydı böyle bir şey, Allah rızası için yine giderdi.

Medyanın olayı ele alışı nasıldı sizce?

Zeynep Songür: Bir insan yedi çocuğunu bırakıp bir dava uğruna gittiyse, bu göz ardı edilemez ciddi bir şeydir. Ambargonun kalkması ve bunun için de ciddi adımlar atılması gerekir… Bu olay, medyada iki-üç hafta kadar yer aldı sadece. Üç haftadan sonra, sosyal paylaşım sitelerinde dahi unutuldu.

Sena Nur Songür: Ama Münevver Karabulut cinayeti aylarca manşetlerde yer kaldı… Gündemin tamamen Mavi Marmara olması gerekirdi.

İsmail Songür: En başköşelere kurulmuş yazarlar arasındaki İsrail yalakaları çok belli oluyor zaten; gerçekten güzel olan yorumların hakkını bir yana koyarak diyorum bunu ama çok tuhaf haberler çıktı… Allah’a havale ettim hepsini… Herkes konuşuyor, bir şeyler söylüyor. Önemli olan bizim ne yaptığımız, ne söylediğimiz. Biz duruşumuzda sağlam olursak çevremiz de ona göre şekillenir.

İsrail, gündemi değiştirmesini de çok iyi biliyor. Olayla eş zamanlı olarak İskenderun’da PKK saldırısı oldu. Denizden o kadar profesyonel bir saldırı yapılıyor ki sanırsınız PKK Zap deresinde deniz eğitimi aldı…

Kendi çevrenizde olumsuz tepkiler oldu mu hiç?

Meryem Songür: O dönemlerde ben okula gitmedim. Arkadaşlarımdan duydum ki öğretmenlerimden biri “Buradaki fakirler dururken, oralara neden gittiler?” gibi üzücü bir şey söylemiş. Arkadaşlardan biri de “Hocam,” demiş, “buradaki fakirlere de üzülüyoruz; ama onların başına her dakika bomba yağmıyor; çocuklar annelerinin gözü önünde öldürülüyor.”

Zeynep Songür: Bir de burada bir teyzemiz vardı. Ne zamandır bize uğramıyordu. Meğer, bizim evi patlatırlar diye evin yakınından bile geçmiyormuş. Biz yaşlılığına veriyoruz.

İsmail Songür: Bu olaylardan sonra evimize, mahallelinin alışık olduğunun dışında, sakallı, cüppeli insanlar girip çıktılar. Filmlerde bu tür insanlar hep terörist olarak gösterildiği için, kadıncağız da cahil işte, doğal olarak evimize bomba düşecek diye korktu.

İsrail soruşturma komisyonuna ifade veren İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Eşkenazi’nin, askerleriyle gurur duyduğunu vurgulayarak, “Askerlerimiz, gerekli olan kişilere ateş açtı. Operasyon ölçülü ve haklıdır. Askerler soğukkanlılık ve cesaret örneği göstermiştir.’’ sözlerine ne demeli?

Nurcan Songür: Ne diyeyim, Allah’a havale ediyorum. Allah inşallah onların sonunu getirecek. Bu da Müslümanların eliyle olacak. Ama Müslümanlar’a da çok gayret düşüyor. Müslüman ülkelerin birlik olup İsrail’e ve Amerika’ya karşı durması lazım… Daha sinirlerim yatışmış değil. Konuşamıyorum…

Harun Aktürk: Aslında, bunlara cevap vermek bile çok ağırıma gidiyor. Utanmadan terörist olduğumuzu iddia ediyorlar. Eğer biz terörist olsaydık ya da savaşmayı seçmiş olsaydık; tüm samimiyetimle söylüyorum, o indirme yapan helikopter düşerdi… Bir Zodyakta 16–17 asker vardı. İsteseydik en az elli askerlerini öldürürdük.

Nasıl yapacaktınız bunu?

Harun Aktürk: Çok basit. Üç tane askeri esir aldık.

Zeynep Songür: Her komando yüz kişiyi imha edecek kadar silahlıymış, bu arada…

Harun Aktürk: Evet… Her askerin üzerinde beşer-altışar tane c4 patlayıcılar, el bombaları vardı. Helikopter üstümüze indirme yapıyordu, el bombasının pimini çekip helikoptere atabilirsin, helikoptere atamıyorsan, Zodyaklar altında; çekersin pimini, bırakırsın aşağı.

Biz Cengiz Abi’yle dururken, Ayhan Abi otomatik silahla geldi ve silahı bizim yanımızda suya attı, gözlerimle gördüm ben.

Oradaki birçok insan askerlik yapmıştı ve o silahları kullanmasını da bilirdi… Ama yapmadık. Çünkü bizim orada olma gayemiz savaşmak değildi. O gemiye binen herkes, Gazze’deki yetim çocukları evdeki çocuğu gibi görmüş, sadece yardım etmek için gidiyordu oraya…

BM Raporu / Madde 115. Eldeki mevcut delillerle, üst güverteye ilk askerin inmesi ile İsrail silahlı kuvvetlerinin güvertenin kontrolünü ele geçirmesi arasında geçen zaman zarfında tam tamına neler olduğunu tespit etmek hayli zordur. Güverteye ilk inen askerlerle yolcular arasında gerçekleşen boğuşma sonunda en azından iki asker aşağıdaki köprü güvertesine itilmiş, köprü güvertesindeki yolcularla bu askerler arasında yaşanan boğuşmada da yolcular askerlerin silahlarını alma teşebbüsünde bulunmuşlardır. En azından bir askerin silah ve mühimmat yeleği, güvertenin yan tarafından itilirken üzerinden çıkmış ya da alınmıştır. Askerlerin üzerinde bulunan bir dizi silah, yolcular tarafından alınarak denize atılmıştır. Eski bir Amerikan deniz piyadesi olan bir yolcu, 9 mm’lik bir tabancayı şahitlerin önünde boşaltarak delil olarak kullanılmak üzere gemideki başka bir yere gizlemiştir

D.Y: “Ele geçirilen silahlarla ateş açıldı.” dediler?

Harun Aktürk:Biz o kadar aptal mıyız? Onları esir alıyoruz, hiçbir şey yapmıyoruz, yaralılarını tedavi edip geri veriyoruz; ama onların silahıyla mermi sıkıyoruz, ha? Öyle yapacak olsaydık, esir aldığımız askerin kafasına sıkardık. Niye sağ salim teslim edelim ki? Öldürür atardık denize.

Meryem Songür: Geçenlerde bize yurtdışındaki barış gönüllülerinden bir mektup geldi. Onlar da olayı bir katliam olarak görüyorlar. Kendi halkları da ayağa kalktı.

Yahudiler de karşı çıkıyor bu zulme…

Onlar boş yere öldürülmedi. Kanları yerde kalmayacak. Ahirette de bu yaptıklarının cezasını kat kat çekecekler.

Allah razı olsun, İstanbul’da çok büyük protesto gösterileri oldu. Daha da büyük şeyler olabilirdi. Müslümanlar birleşmiş durumda. Ama biz onların yaptığı alçaklığı, adiliği yapamıyoruz.

Harun Aktürk: İsrail, Gazze’ye değil kendisine duvarlar örmüş aslında. Resmen paranoyak olmuşlar. Korku imparatorluğu kurmuşlar İsrail’de. Gazze’yi ablukaya almamışlar, kendilerini almışlar… Mahkemede bir hâkim arkadaşlarımızdan birine: “Siz bizim karasularımıza niye girdiniz,” demiş. Arkadaş da “Girmedik, 73 mil vardı.” demiş. Bunun üzerine aynı hâkim, “Siz bütün Akdeniz’in İsrail’in olduğunu bilmiyor musunuz?” demiş. Bunu söyleyen askeri bir hâkim, düşünün artık…

İsrailli hâkimin ne demek istediğini anlamak için, Yeni Şafak gazetesi yazarı İbrahim Karagül’ün “Yeter artık, bu ülkeyi aptal yerine koymayın” başlıklı yazısını okuyalım:

Mavi Marmara nerede basıldı? Akdeniz’de, açık denizde… Gazze saldırısı neden oldu? Neden bu küçük bölge abluka altında tutulur? Neden abluka’yı kırmaya dönük her girişime kanlı bir şekilde cevap verilir? Bu soruların çok sayıda cevabı var ve hepsi doğru. Ancak geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir haber hepsinden doğru. Aslında bizim medyada çok daha fazla tartışılmalıydı, ilgilenmediler?

İsrail, doğalgaz şirketi ABD merkezli Noble Energy ile birlikte İsrail’in yüz yıllık doğalgaz ihtiyacını karşılayacak kaynaklar üzerinde çalışmaya başlıyor. 135 kilometre açıkta keşfedilen 453 milyar metreküp doğalgaz İsrail’i doğalgaz ihracatçısı yapacak. 2009 yılında bulunan Tamar kaynağından sonra keşfedilen Leviathan bölgesi Akdeniz’de dengeleri değiştirecek güce sahip.

Peki, bu gaz kimin? İsrail’in mi? Lübnan ya da Filistin’e ait zenginlik nasıl oluyor da İsrail’in oluyor? Mavi Marmara nerede saldırıya uğradı? Gazze bu zenginlik yüzünden mi saldırıya uğradı? Bu zenginlik yüzünden mi abluka altında? Bu zenginlik yüzünden mi açlığa mahkûm? İsrail bu zenginlik yüzünden mi Gazze’ye özgürlük diyen herkesi, her ülkeyi düşman sayıyor.

Biraz gerilere gidelim. On yıl önce, Filistin yönetimi ile İngiliz gaz şirketi BG Grup ve Lübnanlı iki aile arasında Filistin açıklarında keşfedilen doğalgaz kaynaklarının işletilmesi için anlaşma yapıldı. Gazze-Deniz 1 ve Gazze-Deniz 2 kuyuları açıldı. Çıkarılan gaz İsrail’e satılacaktı. Hisseler bile paylaşıldı.

İsrail, güvenlik nedeniyle, doğalgazı satın almayacağını açıkladı. Bu satışın Filistin’i zenginleştireceğinden korktu. Gazze-İsrail kıyı şeridindeki rezervlerin yüzde altmışı Filistinlilere aitti. Yani yasal olarak Filistin halkı milyarlarca metreküp doğalgaza sahipti. Arafat’ın ölümü, Hamas’ın seçimi kazanması ve İsrail’in kararı ile anlaşma yattı. Kaynaklar işletilemedi. Şirket 2008’de bölgedeki ofisini kapattı.

Ancak hemen sonra İsrail, aynı şirkete söz konusu kaynaklar için görüşme teklif etti. Görüşmelerin başlamasından birkaç ay sonra, sebepsiz yere o bilinen Gazze katliamı başlatıldı. Ardından acımasız bir ambargo başladı. Ve şimdi İsrail, aslında Filistinlilere ait olan, Lübnan’a ait olan doğalgaz kaynaklarını yüz yıl yetecek kaynak olarak yeniden keşfediyor. İsrail’i enerji piyasasında önemli bir yere getirecek olan kaynaklar, Bakü-Ceyhan’dan gelecek kaynaklarla birleştiğinde, bu ülke tam anlamıyla enerji kavşağına dönüşecek.

İşte Mavi Marmara, bu büyük savaşın tam merkezine düştü. Doğu Akdeniz’in yeni enerji kaynakları, aynı zamanda Kıbrıs açıklarına denk gelen bu kaynak, Türkiye’yi de kavganın içine çekiyor. Türkiye, Filistin, Lübnan, Suriye ve KKTC birlikte düşünüldüğünde İsrail’in öfkesini anlamamak mümkün değil…” 22 Ekim 2010, İbrahim Karagül

Deniz ablukası yaptırımının uygulanması

BM Raporu / Madde 33. İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Ashkenazi, Turkel Komisyonu’na verdiği ifadede temelde güvenlik maksadıyla uygulandığını belirtmekle beraber, deniz ablukasını başlatan sebebin 2008’in ortalarında yaşanan “filo olayları” olduğunu kabul etmiştir.

İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Ashkenazi’nin 31 Mayıs 2010 tarihli gemi olayını incelemek üzere kurulan kamu komisyonu Turkel Komisyonu’na verdiği ifade: İsrail Askerî Başsavcısı Avichai Mandelblit de deniz ablukasının meşruiyetini sadece güvenlik meselelerinden aldığını belirtmiştir.

Fakat tam kapsamlı bir deniz ablukasının uygulamaya konması planı, önceleri siyâsî düzlemde “meşruiyet zemini” kaygıları ve uluslararası düzeyde Mandelblit’in ifadesiyle “şiddetli tenkitler”e maruz kalma ihtimali yüzünden kabul görmemiştir. (4. oturum, 11 Ağustos 2010, sayfa 13)

Madde 34. 2008’in sonundaki Dökme Kurşun Operasyonu’nun başlamasından kısa süre önce Askerî Başsavcı, Savunma Bakanı’na ablukanın uygulanmaya başlatılması tavsiyesinde bulunmuştur.

Nihayet, 3 Ocak 2009’dan başlayarak bir sonraki emre kadar Gazze Şeridi’nde deniz ablukası başlatılmış ve İsrail donanması ablukayı 6 Ocak’ta resmen duyurmuştur. Duyuruda “Gazze deniz sahası deniz trafiğine tamamen kapatılmıştır ve bir sonraki emre kadar İsrail donanması tarafından abluka altına alınmıştır.” denilmiştir.

Bu durum, “denizcilere yönelik duyuru” ile ve farklı kanallardan yayınlanmıştır; ayrıca NAVTEX (deniz teleks sistemi) yayın sisteminden bölgeye yaklaşan gemilere mevkilerini düzenli olarak bildiren bir tür telegrafik baskı ile günde iki kez iletilmiştir. Askerî Başsavcı General Mandelblit, bu ablukanın başlatılmasında askerî hukuk görüşüne başvurulmadığını, bakanlık düzeyinde yapılan görüşmelerle başsavcı tarafından onaylandığını ifade etmiştir.

Madde 35. Üst düzey İsrailli yetkililer ablukanın yasal dayanaklarını (1) San Remo El Kitabı’na, (2) Londra Deklarasyonu’na, (3) yürürlükteki yasalara ve Hamas ile İsrail arasında Dökme Kurşun Operasyonu’ndan sonra devam eden silahlı çatışma durumunun varlığına referansla açıklamışlardır.

Madde 36. İsrail Deniz Kuvvetleri Komutanı, 28 Mayıs 2010’da “A Bölgesi” diye adlandırılan -ve hiçbir geminin ve hiçbir kimsenin girmemesi gereken- tamamen yasak bir bölge ile “B Bölgesi” olarak adlandırılan bir “tehlikeli bölge”den bahseden askerî abluka emrini imzalamıştır.

Fakat Komisyon’a verilen ifadelere göre, bu emir resmî olarak yayınlanmamıştır. Ablukayı bildiren söz konusu emir, Arap asıllı dört İsrail vatandaşının gözaltı sürelerinin uzatılmasının görüşüldüğü duruşmada, hükümet temsilcisi tarafından İsrail güçlerinin uluslararası sulara girmesinin temelindeki hüküm olarak mahkemeye sunulmuştur.

Bu dört kişinin gözaltı süresinin uzatılması için yapılan başvurunun dayanağı ise yukarıda bahsi geçen emrin ihlal edildiği iddiasıdır.

Zeynep Songür: İsrailli hâkimin öyle demesi normal. Ama biz daha çok İsrail’in zulmüne karşı sessiz kalanlara kızıyoruz. Bazılarının, bu durumda bile hâlâ “Otoriteye baş kaldırılmaz!” gibi şeyler demesi çok ağır geliyor.

Nurcan Hanım, siz ne hissetiniz açıklamayı duyunca?

Nurcan Songür: Ondan beklediğim bir sözdü. Yadırgamadım.

Harun Aktürk: Bu noktada konuşulacak çok şey var, ama biz inancımızın gereği konuşmamayı tercih ediyoruz. Çünkü bu kadar hassas bir durumda birlik beraberlik zamanıdır diye düşünüyoruz.

D.Y: Ama bu yorumun kendisi birlik ve beraberliği bozmuyor mu zaten?

Yok, hayır; o bozan taraf olsa bile, biz birleştiren taraf olmak istiyoruz. Cevap verme hakkımız var tabii ki ama vereceğimiz cevaplar bir takım yerleri incitir. Biz inciten olmak istemiyoruz.

Siz incindiniz mi? Kim olsa incinir ki… Bir de böyle bir tepkinin aynı değerleri paylaştığın insanlardan gelmesi tabii ki üzüyor.

İsmail Songür: Ne değerleri paylaşıyoruz ki onlarla?

Harun Aktürk: Yok yok… Çok değeri paylaşıyoruz. Allah’ımız bir. Kitabımız bir. Peygamberimiz bir. Kıblemiz bir. Bir sürü birimiz var. Birkaç tane ikimiz var, o ikilerden de ikileme düşmemek lazım.

Sena Nur Songür: Fethullah Gülen, her zaman dengeleri korumaya çalışır zaten. Tam olarak Müslümanca bir tavır sergilemediğini, iki taraflı oynadığını düşünüyoruz. Bu çapta olmasa da yıllardır aynı tutumu sergileyen bir insandı. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın, mantığıdır bu.

Türkiye’nin tepkisi nasıldı sizce?

Nurcan Songür: Türkiye’nin daha fazla sahip çıkması, daha fazla tepki göstermesi gerekiyordu. Çünkü Uluslararası sularda işlenen bir suç bu… Bu şehitleri hiç unutmayalım; onları unuttuk mu İsrail’i de unutmuş oluruz…

Sena Nur Songür: Aslında, hükümetin tepkileri benim beklentilerimin üstünde oldu. Benim Erdoğan’a bakış açım bu olaydaki tepkisinden sonra olumlu anlamda değişti. Özellikle Davutoğlu tepkisini çok güzel dile getirdi. Gemide hayatlarını kaybedenlere öncelikle T.C. şehit olarak bakmalı. Maddi bir beklenti içinde değiliz çok şükür, sadece “şehit yakınları” olarak geçmek istiyoruz.

Zeynep Songür: Türkiye’nin tepkisi iyiydi ama daha da iyi olabilirdi. İsrail ve BM’nin ise çok farklı oyunlar oynayabileceğini düşünüyorum. (Bknz:Palmer Krizi ve içten sesler korosu)

İsmail Songür: Bu olayın insanları bilinçlendirdiğine inanıyorum. Mesela daha önce yabancı sigara içen adamlar bugün yerli sigara içmeye başladılar. On binlerce insan yazılmış yeni filoya. Bir Mavi Marmara’dan öncesi var, bir de sonrası.

Meryem Songür: “İnsan şehit olmaz. Şehit doğar ve şehit gibi yaşar.” sözü babama çok uyuyor.

Nasıl bir şeydir şehit gibi yaşamak?

Meryem Songür: Herkesin yapamayacağı bir şey; kendini değil başkalarının çıkarlarını düşünmek, yardımcı olabilmek… Babam bunu fazlasıyla yaptı. Kendini geliştirirken çevresini de geliştirdi. Elinden gelen her şeyi yaptı bunun için. Maddi manevi tüm imkânlarını döktü. Bize de hep “Hep kendinizi düşünmeyin, başkalarını da düşünün, başkalarına da yardım edin.” derdi.

İsmail Songür: Bizim inancımıza göre, şehitlik mertebesi piyangodan çıkmaz. Çünkü şehitlerin yaşantılarına baktığınızda hep bazı şeylerden feragat ettiklerini görürsünüz. Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür ama kimse kendini değiştirmeyi düşünmez. Oysaki biz kendimizi değiştirmeyi başardığımızda etrafımız da ona göre şekillenmeye başlar. Babam bunu yapmıştı “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” derler. Onlar da yaşadıkları gibi öldüler. Mesela Bahattin (Yıldız) Amca da uçak kazasında öldü. Ki o kazanın da sabotaj olduğundan şüpheleniyoruz. Hep çok aktifti, on sekizlik delikanlı gibiydi. Bir gün Bosna’da, bir gün Almanya’nın bir kentindeydi. Hiç yorulmazdı. Çok heyecanlıydı. Aynı mücadele ettiği gibi de öldü.

Mustafa Özoran: Şehit gibi yaşamak, “Kendini Allah’a adamak ve Allah’a teslim olmaktır.”… Sıkıntı içinde olan bir insanın, kendi işini bir kenara bırakıp, binlerce kilometre ötedeki bir insanın derdiyle dertlenmesi normal bir şey mi yani?

Harun Aktürk: Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir; eğer vücuttaki bir aza acıyorsa diğerleri de o acıyı hisseder… Gazze’deki uzuv acırken, burada da Cengiz Abi’nin canı yanıyordu.

D.Y: Sadece Müslümanlar için mi bu hassasiyet?

Harun Aktürk: Dünya coğrafyasına bakıyorsun, akan kan hep Müslüman kanı. Nereye bakarsan bak, zulüm altında inleyenler Müslümanlar. Başkalarına da bir şey olur da gitmezsek o zaman konuşun. Ne yapalım yani, kendimizi ispat etmek için? Başka dinden olan insanlara da zulüm edilsin de oraya da gidelim mi diyelim? Çok saçma bir düşünce bu.

İsmail Songür: Bizim inancımızda, “Mazlumun dini, ırkı yoktur.”. Allah, mazlumlara yardım etmemizi söylüyor. Filistinlilerin evlerini yıkmak isteyen İsrail buldozerinin önüne yatan ve ezilerek ölen ABD’li Barş gönüllüsü Rachel Corrie Müslüman değildi; ama vicdan sahibi bir insandı. Ben onun Müslüman olup olmadığına bakmıyorum.

Mustafa Özoran: Müslümanlar şu an dünyanın en geri kalmış toplumları. Ve savaşlar hep Müslümanların olduğu yerde. Müslüman olmayan yerler gelişmiş, Müslüman ülkeler bilinçli bir şekilde geri bırakılmış. Nijerya dünyanın en çok petrol çıkaran beşinci ülkesi, ama halkın yarısından fazlası günde bir dolarla yaşamak zorunda… Çatışmalar buralarda çıkıyor.

Nasıl bir babaydı Cengiz Songür?

Zeynep Songür: Alışıldık babalardan çok farklıydı. Bir arkadaş gibiydi. Hiç çekinmeden her şeyimizi paylaşıyorduk onunla.

Sena Nur Songür: Bize hep çok saygı duydu; fikirlerimiz olsun, yapmak istediklerimiz olsun… En ufak bir tokadını hatırlamıyoruz hiçbirimiz. Çok merhametliydi. Üstelik bir tek bize karşı değil, tüm çocuklara karşı merhametliydi. Mesela, işten eve geldiği zaman mahalledeki çocuklara şeker dağıtırdı. Çocuklar da “Cengiz Amca gelmiş!” diye peşinden koşardı.

Zeynep Songür: Bunları hatırladıkça insan mutlu oluyor… Bir yerde konuşma yaptığı zaman, sahneye çıktığında şöyle bir bakardım babama ve arkadaşlarımın babalarıyla karşılaştırırdım. Herkesten ayrı bir yerdeydi. Bütün kızlar babalarına düşkündür, ama benim için hayata bakış açısıyla, duruşuyla idol gibi bir şeydi babam… Hiçbir zaman şikâyet etmez, hep şükrederdi. Daima bir şeyler yapma çabasındaydı. Popülizmi hiç sevmezdi, ne yaparsa Allah için ve inanarak yapardı. Çok göz önünde bulunmayı da sevmezdi.

Meryem Songür: İşten gelince sorardım, iş nasıl geçti diye. “Hamdolsun, az kazandık.” derdi mesela. Hiçbir zaman “Az kazandık, iyi gitmedi.” demezdi. Bize hep şükretmeyi, imanlı olmayı ve doğru yolda gitmeyi öğretti. Mahalledeki küçük çocuklar “Tüh, Cengiz Amca gitti; şimdi kim bize dondurma, şeker alacak, motorla gezdirecek?” diyorlar.

İsmail Songür: Okumayı çok severdi, çok meraklıydı. Sürekli okurdu. Babamla hem çok iyi anlaşırdık hem de takışırdık. Kızlara çok önem verirdi. Benim bildiğim erkek çocuklar, hele benim gibi tekseler, evin kıymetlisi olurlar, kayırılırlar. Ama bu evde kayırılan hep kızlar oldu.

Nurcan Songür: Bana karşı da etrafına karşı da çok sevgi doluydu… Bambaşkaydı. Her işi severek yapardı. Çocukları severdi… Kanaatkârdı; devamlı şükrederdi. Asla şikâyet ettiğini duymadım.

Mustafa Özoran: Daha önceden de görüşüyorduk kendisiyle. 2001’den beri içlerindeyim. Bir tane bile sorunumuz olmadı. Ne ailecek ne de şahsi… O bize dua ederdi, biz de ona… İnsancıldı, merhametliydi, evlatlarına çok düşkündü… Beraber çalışırdık. Yemez yedirirdi. İş için şehir dışına gittiğinde, masraf olmasın diye arabada uyurdu.

Yaz oldu mu da arabanın üstüne çıkar yatardı, kışın da uyku tulumuyla, içinde. “Bir yirmi milyon ver, sıcak bir otelde yat.” derdim. “O parayla çoluğuma çocuğuma meyve alır, beraber yerim.” derdi.

İsmail Songür: Sıkıntıyı kendi çeksin, bizi rahat yaşatsın isterdi. Kendini asla düşünmezdi. Bize, ihtiyacı olanlara, eve gelen misafirlere yedirir içirir ama kendisi yemezdi. Misafirimiz hiç eksik olmazdı zaten. Yani babam gerçekten varlığıyla fark yaratırdı. Günümüzde, Müslüman dediğimiz insanlar bile en lüks arabalardan inmiyorlar, en güzel yerlerde yiyip içiyorlar. Babamsa… Eski bir minibüsümüz vardı mesela, değiştirelim dediğimde “Oğlum, yürüyor mu yürüyor, ne gerek var.” derdi… Ticaretimizde kredi de kullanabilirdik yapabilirdik ama yapmadık. Bizim babamız, isteyene örnek, isteyene ibret… Artık kim nasıl alırsa alsın…

Harun Aktürk: Onun bu yaptığı imkânsızlıktan ya da cimrilikten değildi. Sokakta ne kadar evsiz, barksız var, aç var, yardım ederdi… Bakın, telefonumdaki mesajı hâlâ duruyor. Pazar günü, saat sabahın dokuzu, “Derneğe gideceksen haber ver, seni de alayım.” Yahu Pazar, bi yat evinde, ne işin var senin dernekte, di mi… (Cengiz Songür, Karabağlar’daki Özgün Der’in kurucularındandı.)

İsmail Songür: Bölgemizdeki insanlara yardım etmek ve eğitimlerine katkıda bulunmak için kurdu babam derneği… Karabağlar İzmir’e göre çok eksik. Varoş. Sizin şu geldiğiniz nokta, Karabağlar’ın yine de en güzel yerlerinden, çok daha fena yerleri var. Otobüsler yukarı mahallelere çıkamıyorlar, taşlanıyorlar.

Nurcan Songür: Pazar günü herkes evde yatar, o tamir yapardı. Dernekte çalışırdı. Bir an boş durmazdı. Elinden her iş gelirdi. Şu eve bu zamana kadar bir tane usta girmemiştir. Her şeyi o yapmıştır. İsmail Songür: Aşağıda koskoca bir atölyemiz var. Komşunun bir işi olur gider halleder, dernekte bir iş olur oraya koşar. Çok severdi yardım etmeyi.

Meryem Songür: Bir tornavidası vardı. Bütün gün onunla gezerdi, nerde ne arıza var tamir edeyim, diye. Bana da öğretmek isterdi. “Bak kızım şunu da öğren, bunu da öğren.” derdi hep.

Kızından babasına son mektup: “Sana yazacağım yüzlerce cümle var ama kelimelerim düğümleniyor. Korkuyorum baba. Kardeşlerimin gözlerindeki hüznü, annemin yüzündeki endişeyi gördükçe korkuyorum. Ama seni sonunda kaybetmek de olsa git baba… Bir yetimin gülümsemesi için, bir annenin duası için git baba… Geriye bir tek adın da dönse git… Senin kızın olmak çok ama çok güzel baba…”

Bu mektubun hikâyesini anlatır mısınız?

Sena Nur Songür: Babamın gitmesine birkaç gün kala Hacer Ablam beni odaya çekti, “Mektup yazdım bunu babamın valizine koyalım.” dedi. Valiz kapanmıştı bile. Hangi pantolonu denk geldiyse cebine koydu. O kadar pantolonun içinde bulmayabilirdi bile.

Harun Aktürk: Mektubu ilk bulduğunda bizlere göstermek istemedi. Bir gün, Emin Abi çocuğunun yazdığı mektubu gösterince, “Bende de bir mektup var.” dedi. Ama içeriğini göstermedi. Sonra geminin güvertesinde otururken gazetecilerin yoğun baskısı sonucu göstermiş mektubu. Orada da çok duygulanmış tabii.

Bir yıl sonra…

İsmail, bizim görüşmemizden birkaç gün sonra sel felaketzedelerine yardım götürmek için Pakistan’a gitti… Aylar sonra İzmir’e döndüğünde, “Oradaki insanların hallerini, ölümle yaşam arasındaki mücadelelerini görünce kendi derdimi unuttum. Zaten bizim aldığımız terbiye de bunu gerektiriyordu. Yani, bir yerde yardıma ihtiyaç varsa ve ben de gidebilecek durumdaysam yerimde duramazdım. İsrail’in Mavi Marmara’ya ve babama yaptıkları, inancımı ve değer yargılarımı güçlendiren bir hayat iksiri yerine geçti.’’ diyordu.

Songür ailesinin ortak mesajı:

Koskoca bir sene geçmesine rağmen yüreğimizi ilk günkü gibi kavuran bir acı… Şehidimizle morgda vedalaştığımız, onu toprağa koyduğumuz anları, daha dünmüş gibi hatırlıyoruz. Zerre kadar azalmayan gözyaşı ve gurur, babamızdan bizlere kalan, Elhamdülillah… Yıldönümünün yaklaşmasıyla beraber daha da yoğun, daha da sancılı hatırlamaya başladık o günleri.

Önce kaybın acısıyla yüreğimizi hüzün kaplıyor, sonra Allah’ın ayetleriyle aydınlanıyor hüzünlü yüreklerimiz. Çünkü Allah; “Benim yolumda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır! Onlar diridirler, fakat siz farkında değilsiniz…” diyor bizlere…

Ve şükrediyoruz Rabbimize. Böyle bir anne babanın çocukları olduğumuz; sevgi, merhamet ve duyarlılıkla yoğrulduğumuz için… Dünyanın herhangi bir yerindeki bir mazlumun gözyaşı bizim yüreğimize akıyor sanki. Babamızın da öyle olurdu. Keza her yardım faaliyetinde elinden gelebilecek bütün yardımı yapması da bunu gösteriyordu.

Bizler, bütün çatlak seslere rağmen, Mavi Marmara’nın Gazze’ye sadece yardım etmek, ambargoyu kırmak için gittiğini ve dokuz şehidin kanının boşa akmadığını çok çok iyi biliyoruz.

İki yıl sonra…

Zeynep Songür: Evet, iki sene… Tam iki sene geçmesine rağmen hiçbir gelişme olmadı ne yazık ki. Oysa bu bir tek biz şehid ailelerinin meselesi değil, bu koskoca bir ümmetin meselesi…

O gemide can verenler ufacık bir çıkar ilişkisi söz konusu olmadan gittiler. Onların davalarına bu şekilde mi sahip çıkacağız? Hâlâ net bir dava açılabilmiş değil ve zaman bizim aleyhimize işliyor.

Yüksek kürsülerden konuşmak çok kolay değil mi?

Acının içine dalmadan ahkâm kesmek…

Bakın, bizler en değerlilerimizi koyduk bu yola, ufacık bedenlerimize kocaman acılar sığdırdık.

Ama bu yetmez, yetemez!

Her gün onlarca masum insan ölürken bizler hâlâ bu kadar rahat nefes alabiliyorsak büyük bir sorunla karşı karşıyayız demektir. Oysa Kalubela’da söz vermiştik adaleti sağlayıp mazlumdan yana olacağımıza. İnsan hiç verdiği söze ihanet eder mi? Şeyh Yasin’in haykırışları çınlıyor kulaklarımda… “Allah’ım, ümmetimin suskunluğunu sana şikayet ediyorum!”

Elhamdülillah iki sene geçmesine rağmen, her gün bıkmadan usanmadan bizlerin yanında olduğunu hatırlatan kardeşlerimiz var. Onlara buradan çok teşekkür ediyorum Allah hepsinden razı olsun.

Fakat bunun yanında bu muhabbetten sıkılıp, rahatsız olup unut(tur)an insanlar da var. Gündemi çok başka şeylerle meşgul etmeye çalışan topluluklar, medya grupları… vesaire.

Biz şehid aileleri ve bu davaya gönül vermiş binlerce Müslüman olarak asla vazgeçmeyeceğimizi söyledik, söylüyoruz da… Davayı açma konusu sık sık askıya alınsa da, ertelense de biz mücadelemize devam edeceğiz.

Ne ‘büyük’ adamlar durdurabilecek bunu, ne de ‘küçük’ akıllar!

Kuranda geçen şu ayet bizim en büyük desteğimiz; “Şüphesiz Allah direnelerle, sabredenlerle beraberdir.”

Fazla söze ne hacet… Allah bizlere bu dokuz güzel insanın yolundan yürümeyi nasib etsin inşallah. Vesselam..

 

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın