Bölüm

Adıyaman’ın delisi: Fahri Yaldız

1967, Adıyaman-31 Mayıs 2010, Gazze yolu-uluslararası sular

Adıyaman’ın Besni ilçesi Başlı Köyünde doğdu. 9 yaşında iken babasını kaybetti. Küçük yaştan itibaren evin geçimini sağlamaya çalıştı. Çeşitli işlerde (kadayıfçı, tatlıcı, dondurmacı olarak) çalıştı. Daha sonra elektrik ustasının yanında çalışıp elektrikçi oldu. 1993 yılında evlendi ve bu evlilikten 4 erkek çocuğu oldu. Refah Partisi döneminde 1995 yılında Adıyaman Belediyesi bünyesinde elektrikçi ve itfaiyeci olarak çalıştı. Milli Gençlik Vakfı’nın Adıyaman şubesinde aktif olarak görev aldı. 28 Şubat sürecinde Milli Gençlik Vakfı’nın kapatılmasıyla Anadolu Gençlik Derneği’nin kurulmasında görev aldı ve sekiz yıl boyunca başkanlık yaptı.

Gemiye baskın yapıldığını ve birinin vurulduğunu
ilk duyduğumuzda ‘Mutlaka bizim Fahridir.’ dedik.
Çünkü dayanamaz, mutlaka tepki gösterir.”
İş arkadaşı

1 Ağustos 2010 – Adıyaman

İHH Adıyaman Sorumlusu Abdurrahman Gürbüzcan ve kızı Büşra ile kısa bir şehir turu yaptıktan sonra, Fahri Yaldız’ın eşi ve çocuklarıyla buluşmak üzere Adıyaman’ın en gözde piknik alanına gidiyoruz. Yaldız ailesi, babalarını kaybettikten sonra ilk defa böyle bir ortama gelmişler. “Ben hiç istemiyordum, ama arkadaşlarımız çok ısrar etti. Çocuklar için değişiklik olur, açılırlar biraz diye zorladım kendimi.” diyor eşi.

On yedi, on beş, on üç ve dokuz yaşlarında dört erkek çocukla bir başına kalan Fahri Yaldız’ın eşi, ne isminin ne de resminin yer almasını istiyor kitapta. Dahası, aynı şeyi çocukları için de talep ediyor. Aslında söyleşi yapmaya da pek istekli değildi. O kadar uzun yoldan geldiğim için ayıp olmasın diye kabul etmiş görüşmeyi. “Ama” diyor, “dün gece uyumadım ve eşimin hayatını yazdım.”

Eşinin kaleminden Fahri Yaldız

Gözlerini dünyaya, 1967 yılının soğuk bir kış günü, Şubat ayında, Adıyaman’ın Besni ilçesinin Başlı köyünde açtı. Büyüdükçe gürbüzleşen bu çocuk öylesine sevilirdi ki komşular, annesine şaka olsun diye kaçırırlar, akşama kadar kendileri bakıp, akşam olunca geri getirirlerdi. İki gözü de âmâ olan babası, Fahri’yi ilahiler söyleyerek büyüttü.

Fahri, sekiz yaşında iken çok sevdiği babasını kaybetti. Geriye dört erkek kardeş kalmıştı; en küçük kardeşi Habip kırk günlüktü. O yaştan itibaren, ayakkabı boyacılığı yapıp, dondurma satarak para kazanmaya ve kardeşlerinin bakımına katkıda bulunmaya başladı.

Daha sonra annesi, Fahri’yi ve iki kardeşini yatılı okula gönderdi. Ama o, annesine daha çok yardımcı olabilmek için okuldan ayrıldı ve çalışmaya başladı. Bu arada güreş sporuna başladı ve yarışmada ikinci oldu.

Turne için Adıyaman’a gelen Gazanfer Özcan, Fahri’yi çok beğendi ve ‘Annene soralım, izin verirse, seni eğitip oyuncu yapalım.’’ dedi ama annesi izin vermedi… On dört-on beş yaşlarında Kuşadası’na çalışmaya gitti. Yazın çalışır, kışın tekrar memlekete gelirdi. Askere gidinceye kadar elektrikçi ve kadayıfçı dükkânlarında çırak olarak çalıştı. Kıbrıs’ta askerlik yaparken biriktirdiği paralarla oradan züccaciye eşyaları getirip sattı.

Daha sonra Milli Gençlik Vakfına gitmeye başladı. Orda arkadaş çevresi ve dini bilgiler edindi. Arada portakal-ayakkabı getirip satıyordu. Sonra iplik fabrikasına elektrikçi olarak girdi. O sıralarda nişanlandık.

Mersin’e gidip kaset alıp Adıyaman’da satıyordu. Yine bir gün Mersin’e giderken kaza geçirdi. Altı arkadaşı öldü o kazada. Kendisi de ölümden döndü. Kazadan iki yıl sonra 1992’de evlendik.

Malatya’dan türbanlı gelinlik getirdi. Annesi ve teyzesi düğünün davullu zurnalı olmasını istedi. O ise mevlüt okunmasını istedi. Annesi ve teyzesi çok ısrar edince kızıp küsmüş ama yine de onların dediğini yapmamıştı. Adıyaman türbanlı gelinliği ilk defa bizimle gördü…

Evlendiğimizde yirmi iki yaşındaydım. Küçük evimizde mutlu yaşıyorduk. Iğdır’a gidip sekiz ay çalıştı. İlk oğlumuz doğduğunda Iğdır’daydı. Gönderdiği mektupta, oğlumuzun adının ‘Muhammed Fatih’ olduğunu ve onun gibi bir hayat süreceğini yazdı. Adıyaman’a döndüğünde fotoğraf makinesi ve birçok çocuk eşyası getirmişti. İstanbul’un fetih gösterilerine gittik… Sonra ikinci ve üçüncü çocuğumuz oldu. Fuarlara gidiyor, Adıyaman’ı tanıtmak için yerel kıyafetler giyiyordu… Köy köy dolaşıp kültürümüze ait ne varsa bulup getiriyordu. Ağustos depreminde Yalova’ya gitti, bir hafta boyunca depremzedelere yardım etti.

Adıyaman’a hayır için kim gelse Fahri yanlarında olurdu… Dördüncü çocuğumuzun doğduğu gün de İstanbul’dan Harun Yahya’nın (Adnan Oktar) arkadaşları gelmişti. Çocuğun adını Harun Yahya koyduk… O gün sigarayı bıraktı ve bir daha da içmedi.

Bir bayram günü köye babasının mezarını ziyarete gittik. Mezarlıkta hayvan otlatan köylüleri görünce çok üzüldü. ‘Bunlar çok bilgisiz.’ dedi.

O günden sonra köye hizmet etmeye başladı.

Okulun pek çok ihtiyacını tek başına karşıladı. Bahçesine çocuk parkı yaptı. Hem okulun hem de mezarlığın etrafını çevirdi. Bomboş duran sağlık ocağını dayadı döşedi. Kütüphane bölümü yaptı. Birçok kitap, Kur’an-ı Kerim götürdü. Ramazan ayında kızlara ders versin diye, kadın hoca tutup özel ders verdirdi. Yazın da erkek hoca tutarak, erkek çocuklara ders verdirdi.

Köyün cahillikten kurtulması için kendi çabalarıyla bir cami yaptı.

Caminin elektriğini su tesisatını kendi elleriyle yaptı. İki lavabo, bir banyo, özürlüler için özel tuvalet yaptı. Bahçesine ağaçlar, güller ekti.

Adıyaman’daki bütün kermeslere katılırdı. Arada da İHH’ya yardım ederdi. Hayatta dur durak nedir bilmezdi. Hep yararlı olmak, örnek olmak için çalışır didinirdi. Yetimlere, yolda kalmışlara, öğrencilere yardımcı olurdu.

Bir gün Filistin’e gitme kararı aldı. Oradaki yetim çocukların ızdıraplarını dindirmek istiyordu. “

Fahri Yaldız’ın yaşam öyküsünü çocuk ve kuş seslerinin arasında eşinin cümlelerinden okumak, tuhaf ve gerçeküstü bir duygu uyandırıyor bende. Sanki o da oraya gelmiş ve eşinin yanıbaşında gülümseyerek bizi dinliyor…

Kadere bakın ki Filistin’deki yetim çocukların ızdıraplarını dindirmek için yola çıkan Fahri Yaldız’ın kendi çocukları da yetim kalmıştı…

Neden çocuklarınızın ismini yayınlanmasını istemiyorsunuz?

Onların incinmesini kesinlikle istemiyorum. Olaydan sonra, isimlerini gazetelerde görünce psikolojileri bozuldu. O kadar ki arkadaşları acıyarak bakacak diye okula bile gitmediler… Eşim de zaten hep “Hanım, bizim fikirlerimiz demode oldu artık.” derdi.

Neydi o demode fikirler?

Paraya ve maddiyata önem vermemek, merhamet, dostluk, akrabalık ilişkilerinin önemli olması… Kaybolmuş, elbirliğiyle yaşatmamız gereken değerler… Toplum olarak kendimizi değiştirmemizin zamanı geldi de geçiyor bence.

Ne açıdan?

Günümüzde insanlara önem verilmiyor. Aileler, çocuklarına sevgi yerine oyuncak veriyorlar. Komşu komşuya bayramdan bayrama gidiyor, o da nezaket gereği. Yani, senli benli değil. Bu şekilde olunca da çocuklarımıza bir şey veremiyoruz. Gerçek değerlerimizi alamıyor çocuklarımız.

Nasıl yaşıyordu Yaldız ailesi?

Eşim çok sosyaldi. Evde de şen şakrak biriydi. Evden içeri selamsız girmezdi, çocuklarını öperdi. Mutfağa giderdik, yemeğimizi beraber hazırlardık. “Kimin yaptığı yemek daha güzel olacak bakalım?” diyerek yarışma yapardı… Çocuklar da hangisini beğenirse ona not verirlerdi.

Babaları, çocuklardan birinin bile sofraya gelmemesini kabul etmezdi, “Yemesen bile o sofrada duracaksınız, sonra da kalkıp dersinize çalışacaksınız.” derdi.

Cuma geceleri camiye giderdi. Cuma sabahları çocukları da götürürdü camiye. Ben kitap okurdum, onlar dinlerdi. Eşim dinlemeyi çok seviyordu ama okumayı sevmiyordu. Ortaokuldan terk olduğu için fazla okuması yoktu, hep “Sen oku ben dinleyeyim.” derdi. Peygamberler tarihi kitabının hepsini bitirdik. Son yılda da büyük oğlumuz okur biz dinlerdik. “Kim okuduğumuz bölümle ilgili sorulara doğru cevap verirse ödül alacak.” diye de bir oyunumuz vardı. Her gece buna bir saat ayırırdık. Konuşur tartışırdık.

Televizyona ise seçerek bakardık. Daha çok çocuk ve eğlence programlarını seçerdik. Öyle diziymiş şuymuş buymuş yoktu. Ben zaten gündüz evde olsam da hiç bakmam televizyona. Sevmiyorum yani, saçma geliyor.

Eşinizin bu Filistin sevgisi nereden kaynaklanıyordu?

Diyordu ki: “Filistinliler de bizim din kardeşlerimiz. Onların çektiği acıyı bir nebze de olsa biz de gözlerimizle görelim. Biz burada rahatız, onlar orada kim bilir nasıl acı çekiyorlar.”

Hatta bir gün bir fotoğraf getirdi. Boynu bükük bir Filistinli çocuk… Öyle karamsar bir resimdi ki insanın içi daralıyordu. “Bunu niye getirdin ki sen gittikten sonra biz bu resme bakıp bakıp üzüleceğiz, dedim. “

“Zaten,” dedi “benim amacım da o. Oradaki çocukların neler çektiğini fotoğrafta da olsa görmenizi istedim.”

Gitmeden önce de “Ben gidiyorum. Şehit olacağım. Ölmek var dönmek yok.” diyordu.

Dört çocuğunu babasız bırakma pahasına şehit olmak mı istiyordu yani?

Hiç çocuklarını babasız bırakmak ister mi… Kendisi yetim büyüdüğü için babasızlığın ne olduğunu çok iyi bilirdi ve çocuklarına aşırı düşkündü. Hatta bir gün bizim işçi, babasından şaka yollu yakınınca, ona dedi ki: “Benim bir kolum olmayaydı ama babam olaydı. O kadar zor ki babasızlık.”

Böyle bir insan kendi çocuklarını yetim bırakmayı düşünebilir mi? Ama şunu diyordu elbet “Gideriz, ölmezsek gaziyiz, ölürsek şehidiz; ama dönmeyeceğim…”

Hatta küçük oğlum o zaman dedi ki: “Baba, kimse seni gitmeye zorlamıyor; madem dönmeyeceğini biliyorsun, gitme. Bizi burada bırakıp nereye gideceksin ki…”

Allah’ın takdiri işte; önüne hiç kimse geçemez. Herhalde, “Asker değiliz, savaşa gitmiyoruz, silah değil yardım götürüyoruz. Oradaki insanlar da bunu biliyor. En çok coplarlar, hapse atarlar.” diye düşünüyordu.

Neredeyse eminmiş ama öleceğinden…

İki ay öncesinden psikolojik olarak hazırlamıştı sanki kendisini. Bu durum asker şehitlerimizde de varmış. Ailelerine telefon eder, “Şehit olacağım, bir daha gelmeyeceğim.” derlermiş.

Mavi Marmara ile ilgili yayınları izlediniz mi?

Hiçbirini izlemedim. Hâlim yoktu. Bakmak ihtiyacı da duymadım doğrusu. Herkes kendine göre bir şeyler söylüyor. Bana benim acım yeter. Çocuklara da açtırmadım televizyonu. Zaten gelen gidenle çok meşguldüm.

Medyadan çok gelen giden oldu mu?

Çok oldu ama ben kimseyle görüşmedim.

Neden?

Kızgınım aslında medyaya. Aileye hiç saygıları yok… Medya şehit evlerinin içine giriyor, annesi nasıl ağlıyor, nasıl kendini yere atıyor onları çekiyor. Hâlbuki o insanın acısı kendine yetiyor. O anda seni göremez ki.

Düşün ki o olay senin ailenin başına gelmiş ve biri senin aileni dünyaya o şekilde gösteriyor.Hoşunuza gider mi? Benim gitmez.

Ben hastanede yatarken gelmiş “Sizi çekebilir miyim?” diyor. Ya ben hastanedeyim, Allah’tan kork. Yani bunların medyada yayınlanması hoş bir şey değil.

Zaten Fahri’yle televizyona bakarken bunlara dikkat ederdik hep.

Havaalanında da kesinlikle izin vermedim medyaya. Beni ve çocuklarımı çekmediler, saygı gösterdiler.

Ama ben evde yokken misafirler almış içeri, evimi çekmişler ve misafirleri çekmişler. Buna da hakları yoktu…

Madem gösteriyorsunuz, sadece erkekleri gösterin. Bayanlarla ne işiniz olabilir ki sizin…

Bence başarısızlar. Kusura bakmasınlar yani. Başarılı olmak için, dürüst olmak lazım, doğru olmak lazım, tarafsız olmak lazım, gerçekleri göz ardı etmeden olduğu gibi aktarmak lazım… Bu yayınları çocuklarımızın da gördüğünü hiç düşünmüyorlar… Duyarsız ve sorumsuzlar.

Çocuklarla olay hakkında konuşuyor musunuz?

Çocuklar bu konuyu hiçbir şekilde konuşmak istemiyorlar. Bazen “Babamız şöyle yaptı, böyle yaptı.” diyoruz da fazla derine inmiyoruz. Geçiştirmeye çalışıyoruz. Üzüntüleri kendilerine yetiyor… Her Cuma mezarına gidip Yasin okuyoruz…

(Çocuklar da babaları gibi neşeli. Arasıra koşarak yanımıza geliyor, şakalaşıyor ve yine koşarak oyun alanlarına dönüyorlardı. Babalarından bahsetmeleri için -fazla zorlamadan- ikna etmeye çalıştım ama her seferinde bir espriyle konuyu değiştirip kaçtılar. D.Y)

Siz de görüştüğüm diğer aileler gibi çok sakin ve sabırlısınız?

İlk duyduğum zaman, kabul etmedim, “Ölmemiştir, gelir.” dedim. Gözyaşı dökülür, ama saçını başını yolmak hoş değildir. Hatta beni saçımı başımı yolmadığım için kınadılar bile. Ben de, “Niye?… Ben o kadar cahil miyim ki?” dedim. Saçını başını yolarsan üzgünsün, yolmazsan değilsin… Hâlbuki bu İslama aykırı. Gösteriş olmaz… Kesinlikle isyan, feryat olmaz bizde Allah’ın izniyle. Allah’a inanıyoruz. Rabbim’in takdiri bu şekildeymiş. Dünyaya nasıl geldiysek, bir gün de göçeceğiz yani…

İki ay gelip geçmiş bile… 21 Haziran’da evlilik yıldönümümüzdü… On sekiz yıl sanki su gibi gelip geçti ama eşim şehit olduktan sonra geçen iki ay sanki yirmi sene gibiydi…

D.Y: Çok zor tabii…

Zihnen öyle dağınık ve bulanık hissediyorum ki. Kendimizi yeni yeni toparlamaya başladık… Ama her şey, sanki bizim yeniden fena olmamıza vesile; dün mesela, İHH’nın yetim çocuklar için düzenlediği çaya gittik… Eşimi temsilen gitmeye mecburdum… Ayaklarım geri geri gitti…

Eskiden o toplantılara hep onunla giderdim, şimdi yine herkesi görüyorsun, ama o yok! Onsuz orada olmak çok ağır geldi doğrusu. Arkadaşları için de aynı şey olmuş. Hepsi hüzünlüydü.

O varken her şey daha farklıydı. Şen şakraktı, gittiği yeri canlandırırdı. “Fahri Usta şöyle yaptı, Fahri Usta böyle yaptı, bak yine ne yapmış…” derlerdi. Yaptığı her şeyi canı gönülden yapardı. Hiçbir işi yapmış olmak için yapmazdı. Kardeşi diyor ki: “Onun tek başına yaptığı bir işi on kişi yapıyoruz, yine de başaramıyoruz.”

Gözleri görmeyen yaşlı bir anacığı var. Onun acısı benimkinden fazla diye düşünüyorum. Benim evimin direği yıkıldı ama onun ciğeri yandı. Acının ağırı hafifi olmaz ama… Evlat acısı başka.

(2017 yılında)

Piknik yerinden Fahri Yaldız’ın annesinin yanına gidiyoruz. Bütün akrabalar bir arada. Abdurrahman Bey, ailenin en yeni üyesi Fahri bebeğin kulağına adını okuyacak… Mavi Marmara olayından sonra üç bebek gelmiş Yaldızlar’a ve hepsinin de adını “Fahri” koymuşlar.

Acılı annenin elini öpüp baş sağlığı diliyor ve yaşadıklarını anlatmasını istiyorum. Gözünden tek damla yaş akmadan insanın içini dağlayan bir ağıt tutturuyor:

Menzil’e gittim geldim; o gece yatmadım. Namazı kılacaktım, bi titreme geldi, kılamadım. Sabaha kadar divanda oturdum. Bi baktım bi ses gelir, “Ana, bi şey olmuş bana” der. Böyle sabaha kadar oturdum kendi kendime. Baktım ki gün doğdu…
Sekiz yaşındaydı, babası öldü. Bi tanesi altı yaşındaydı, bi tanesi dört yaşındaydı, bi tanesi iki yaşındaydı, bi tanesi de kırklıydı (kırk günlük)… Bu yaşa getirdim, İsrail’e teslim ettim. Daha ne diyim… Ne diyim ha… Onlar ölmediler. Şehit olamaya gönlü vardı. Ben ne diyim, ne diyim ha ne diyim. Al bu hale getir İsrail’e teslim et… İsrail de kendi kendini yedi. Ne yapayım, ne diyim.
Elin tarlasında, elin kazmasında ne Yozgat bıraktım ne Adana bıraktım, her yeri gezdirdim, kör kör gezdirdim. Çadır çadır gezdirdim. Büyüttüm besledim. İsrail’e teslim ettim. Daha ne diyim. Daha ne diyim. Daha ne diyim. Benim daha diyecek hâlim kalmadı ki ben bişey söyleyeyim…
Hastalandı, Maraş’a götürdüm. Yolda kar yağdı. Kar altında kaldık. Sonra yol açıldı… Sonra yatırdık… Üç ay o rezilliği çektim kimse üstüme kapı açmadı… Benim kardeşlerim vardı, benim kayınbabam vardı, kimse açmadı kapımı… Gider başımı lavaboya vururdum, vururdum, vururdum; sonra gelir otururdum, kimse görmesin derdim… Ben o rezilliğe katlandım, uçakla geldiler elimden aldılar, çocuğu götürdüler… Gel burda ağla ağla, başını taşlara vur vur vur… Benim gözüm kör, gözüm yaşlı… Kime ne diyim.
Demek ki Allah benim kaderimi böyle yazmış ki ben böyle göriyim, böyle yazmasaydı, böyle görmezdim. Bu böyle olmasaydı, ilk kurşun bana değseydi ben ölseydim o ölmeseydi iyiydi, o orda ölmeseydi ben burda ölseydim gene iyiydi. Çünkü ben çok çile çektim. Haddinden fazla çektim. Ne yapayım. O da en güzel mertebeye gitti. Şükür. Allah’a şükür.’’

Etrafımızda koşuşturan küçük çocuklar olmasa, bebek ağlamasa, acılı annenin içine akan gözyaşlarına ve ağıdındaki sessiz çığlıklara çekilip iyice dağılacağım. O dipsiz kuyudan Fahri Bebek’in ağlamasına tutunarak çıkıyorum. Saat gece yarısına yaklaşırken Abdurrahman Bey, kızı Büşra ve ben, Yaldız ailesini acılarıyla baş başa bırakıyoruz ve Fahri Yaldız’ı konuşarak, onu biraz da iş arkadaşlarından dinlemek üzere, Adıyaman itfaiye merkezine doğru yol alıyoruz.

Abdurrahman Gürbüzcan: Rahmetliyle biz çocukluktan beri birbirimizi tanıyorduk. Ama samimiyetimiz Milli Gençlik Vakfında başladı. Özellikleri saymakla bitmez.

Ona herkes “Deli Fahri” derdi. Deliliği de davaya olan samimiyetinden ileri geliyordu.

Her gün yanıma uğrardı, “Başkanım, bir emrin bir isteğin, dernek için yapacak bir şey var mı?” derdi. Kendisine bir iş verilince, sabahlara kadar da sürse o işi bitirir öyle eve giderdi. Keşke biz de onun gibi deli olabilsek. Gerçekten de yeri doldurulmayacak bir arkadaştı. Bir kermes olduğu zaman ilk uğrak yerleri Fahri Abi’nin kadayıf ve yufka imalathanesiydi. Rahmetli, yufka kadayıf ne lazımsa verirdi. Ne ücret alır ne de sınır koyardı. “Gelin, size ne kadar lazımsa alın.” derdi. Hatta kermesler için özel hazırladığı standlar vardı. Onları atölyesinde hazır bekletir ve kermes zamanı ücretsiz olarak herkese verirdi. Hangi cemaat giderse gitsin, hiçbir ayrım yapmazdı. “Yeter ki faydam olsun.” derdi.

Sadece Müslümanlara mı?

Hiçbir zaman insan ayrımı yapmazdı. Bir gün baktım elinde yardım malzemeleri, “Başkanım, beni kilisenin yanındaki Yahudi’nin evine kadar götürecen.” diyor. “Hiçbir insana bu Yahudi’dir, şu Ermeni’dir diye bakmamak lazım. Yeter ki fakir olsun, ihtiyacı olsun.” derdi… Bizler de öyleyiz.

Fahri Abi bugüne kadar hiçbir arkadaşını üzmemiştir. Ama lafını da hiç sakınmazdı doğrusu. Birine kırgınsa hemen söylerdi. İsterse yüz kişi olsun, o ortamda, o yüz kişinin arasında “Başkanım, ben senin şu işini beğenmiyorum, sen kendini bi düzelt.” derdi. Yani, insanlar gitsin ya da bir köşeye çekeyim de öyle söyleyeyim, diye beklemez, ne düşünüyorsa söylerdi. Bundan dolayı bazı arkadaşlar kendisine, “Fahri Abi, biraz sabret. Herkesin ortasında deme.” derlerdi, ama o “Yok ben böyleyim, ister kabul edin ister etmeyin.” derdi.

Filistin ilgisi nasıl başladı?

Ömer Karaoğlu’nu konser vermesi için buraya getirmiştik. Fahri de yanıma gelip, “Başkanım, ben arabamı Filistin bayrakları ile süsleyeceğim, izin veriyor musun?” dedi. Ben, “Serbestsin…” dedim. O da gitti arabasını güzelce süsledi. Parkasının da bir koluna Filistin, diğer koluna Türkiye bayrağını koydu ve o şekilde resim çektirdi. Yani Filistin sevdası öyle başladı…

Kara konvoyuna zamanı olmadığı için katılamadı. Daha sonra gemi kalkacağını duyunca “İlk ben gidecem; Başkanım beni mutlaka gönderecen oraya.” dedi. Ben de “İlk gidenlerin arasında sen olacaksın.” diyerek söz verdim; … Fakat o, her görüştüğü arkadaşına “Ben şehit olmaya gidiyorum, orda inşallah Gazze şehidi olacam.” diyerek herkesle vedalaşıp helallik diledi. Gerçekten de ilk şehit olanların içinde Fahri Abimiz var.

Gülen’in konuyla ilgili tepkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kendisinden bir baş sağlığı dilemesini beklerdik. Tabii Fethullah Hoca da büyük bir lider, büyük bir âlim, onun görüşüne de saygı duymak lazım. Artık ne amaçla söylemişse…

Otoriteden izin almak gerekliymiş…

İzin almak için bir yıldır uğraşıyorlardı zaten. Ayrıca, ana kucağındaki çocuğu bile öldürecek zihniyetteki bir devlet hiçbir zaman izin vermez…

İtfaiye merkezine vardığımızda, “Deli Fahri”nin bütün arkadaşlarını bir araya toplanmış buluyoruz. Bambaşka bir dünya burası; panik ve stres yok, ama müthiş bir hız ve çeviklik var. Zaman burada farklı bir şekilde deviniyor sanki. Yangın alarmı geldiğinde ekipten birkaç kişi ışık hızıyla kalkıyor ve daha onların kalkışını tam olarak algılayamadan birkaç itfaiye aracının yola çıktığını görüyorum. Biz sohbete devam ederken aynı araçlar görevlerini yapmış halde sessizce bulunduğumuz yere süzülüyorlar. Az önce masadan fırlayan itfaiyeciler sanki hiçbir şey olmamış gibi bir süre boş bıraktıkları sandalyelerine oturup kaldıkları yerden sohbete devam ediyorlar.

Mesai arkadaşlarının anılarındaki Fahri Yaldız:

– İnsanlığa yardım için didinirdi. Arkadaşlar arasında ona “Deli Fahri” denmesinin en büyük nedeni de budur. Yeri geldiğinde maaşının hepsini çekerdi akşam olduğu zaman cebinde maaşını göremezdin. Evine hiçbir şey götürmeden akşama kadar o parayı dağıtmıştır. Ya camiye ya bir kermese ya bir yardım kuruluşuna ya da fakir bir insana.

– Sokaktan geçen her deliye, her özürlüye yardım ederdi.

– Ve kimse bunu bilmezdi. Bi bakarsın kaybolmuş, almış başını gitmiş… Bir Pazar günü burada takılıyordum. Fahri beni görünce, tatil günününde iş yerinde olmama üzüldü ve arabasının anahtarını verip “Depo dolu. Çocuklarını pikniğe götür, akşam da boş olarak getir, yeter ki çoluğun çocuğun sevinsin.” dedi.

– Bir yandan burada çalışırken, bir yandan kadayıf dükkânı açıp, kendine bir ev, bir araba aldı. Onun gibi yokluktan gelip varlık görenler kendilerini, kişiliklerini kaybederler, o kaybetmedi.

– Biri ona dedi ki: “Bu kadar çalışıyor çabalıyorsun; bu paraları götür çocuklarına yedir.” O dedi ki: “Ya, ben çocuklarımın kılığını kıyafetini alıyorum. Benim zaten hiçbir şeyim yoktu. Yetim büyüdüm. Çok şükür şu an, arabam var, maaşım var, imalathanem var. Bunların hepsi elimden gitse bile benim bir kaybım olmayacak. Çünkü ben zaten sıfırdan başladım.’’

– On beş yıldır arkadaşız. Bir yardım gönüllüsü olarak her konuya atılırdı; ayrım yapmazdı… İsrail askerlerinin babasının gözü önünde öldürdüğü çocuk vardı, herhalde 99 yılı civarıydı. O zaman çok üzülmüştü. Bana dedi ki: “Gel, beraber, İsrail konsolosluğunun önüne siyah çelenk koyalım…” Tabii o cesareti ben kendimde bulamadım. O da tek başına gitti… O öyle biriydi ki, kendisini öldüren İsrail askerlerinin çocuklarının mazlum olduğunu görse din ayrımı yapmadan, Allah rızası için onlara yardım ederdi.

– “Niye Filistin’e gidiyorsun, amacın ne?” dediğimizde, “Filistin’de binlerce mağdur kardeşimiz var, tek hedefimiz onlar için yardım toplayıp önlerindeki ambargoyu kaldırmak. Onlara karşı insanlık dışı hareketlerde bulunuyorlar.” dedi. Ben, “İsrail askerleri seni öldürür.” dedim. “Ölürsek şehit olurum, sen de tekbirlerle beni uğurlarsın.” dedi. Dediği gibi de oldu, demek ki önceden hissetmiş; tekbirlerle uğurladık onu. Bilseydim böyle olacağını, öyle şaka yapmazdım.

– Gemiye baskın yapıldığını ve birinin vurulduğunu ilk duyduğumuzda “Mutlaka bizim Fahridir.” dedik. Çünkü dayanamaz, mutlaka tepki gösterir.

– İnsancıl bir kişiliği vardı. Çok cesurdu. Bir gün ağız dalaşına girip kapıştık. Sonra küstük. Ben öyle biliyordum… Ertesi gün evimin kapısı çalındı. “Atla arabaya, kadayıfları Gölbaşı’na götürelim.” dedi. Gittik Gölbaşı’na, bütün malzemeleri dağıttık. Küslük nedir bilmezdi. Asla kin tutmazdı.

– Çocuklarla çocuk, büyüklerle büyüktü. Kibir yok, egoistlik yok. Bir sabah işten çıktım, eve gidiyorum. Baktım, Fahri’nin Filistin bayraklı arabası ama Yenge Hanım arabada oturuyor, Fahri yok? Fahri çocuklarla beraber, bir ağaçta dut yiyordu.

– Dükkanına gittiğimizde de çok yakın davranırdı. Genellikle yöresel kıyafetleri giyerdi. Belediyemizi tanıtmak amacıyla fuarlara katılırdı. Çiğ köfte yoğururdu.

– Gemiye binmeden önce, “İki turist, aracımla birlikte fotoğrafımı çekti, benim de hoşuma gitti.” dedi. Bu olay olduktan sonra, bu fotoğrafı çekenler İsraillilerin istihbarat elemanı mıydı acaba diye düşündüm.

BM Raporu, Madde 97. İsrail istihbarat birimleri filoda yer alan gemiler ve özel yolcularla ilgili ileri teşhis ve gözetleme çalışmaları yapmıştır. Mavi Marmara’da yolcular tarafından ele geçirilen askerlerin birinin üzerinden çıkan bir kitapçık, söz konusu istihbarat çalışmalarına işaret etmektedir. Üzeri plastikle kaplanmış olan bu kitapçıkta altı geminin her birinin fotoğraflarının yanı sıra üst düzey bazı özel yolcuların isimleriyle beraber fotoğrafları da yer almaktadır. Gemi yolcularından bir kadın, bu kitapçıktaki fotoğrafının filonun hareketinden sadece birkaç gün önce çekilmiş olduğunu bildirmiştir.Savunma Bakanı Ehud Barak’ın Turkel Komisyonu’na verdiği ifadede de filo çalışmalarının hazırlık aşamasından itibaren izlendiği teyit edilmiştir. Barak söz konusu ifadesinde “filo yolcuları arasında İsrail kuvvetlerine zarar vermeye çalışacak terör unsurlarının mevcut bulunup bulunmadığını tespit maksadıyla filoyu örgütleyenlerle ilgili istihbarat çalışmalarına devam etme” yolunda özel talimatların verildiğini söylemiştir.

– Buradaki arkadaşlıklar yoğundur. 24 saat bir aradayız. Eşlerimizle bu kadar süre beraber olmuyoruz. Haberi duyduğumuzda perişan olduk. Bir arkadaşınız vefat ediyor. Üzülmemek elde değil. Hele Fahri gibi bir insan için.

– “İsrail’e niye gidiyorsun, deli misin sen?” dediğimde, “Sen oraya gidenleri bi görsen, valla en akıllısı benim.” dedi. Deliliğini de espri konusu yapmıştık, “Delilerin gideceği yer bellidir, cehenneme gitmezler. Rabbim delilere kesin torpil geçmiştir. Siz kendinize bakın.” derdi.

– Haftada bir veya on günde bir gelir ve derdi ki: “Hemen bir araç gönderin, imalathaneden size kadayıf versinler, arkadaşlar yesinler.”

– Pazar günü öğlen saatlerinde voleybol oynuyorduk. Bi baktık, arabasıyla geldi ve öylece voleybol sahasının içine girdi; kapıyı açtı, şerbetçi yaşlı bi dayı vardı yanında. Dayı, zilleri çalıyor, maniler söylüyor… “Dayı, tüm itfayicilere bi meyan kökü şerbeti içir de öyle gidelim.” dedi. Biz oyunu falan bıraktık, etrafına toplandık. Oturduk bayağı bir sohbet ettik, sonra da çekti gitti…

– Mekânı cennet olsun.

– Allah rahmet eylesin.

– Demek kaderinde vardı ki öyle oldu.

– Allah hepimize öyle bir ölüm nasip etsin…

Herkes, Deli Fahri hakkında anlatacak o kadar çok anıya sahip ve o kadar heyecanlı ki birinin lafı bitmeden diğeri başlıyor. Sohbetimizin ortalarında, Yaldız’ın Mavi Marmara’daki yoldaşı Nevzat Taşkın geliyor yanımıza ve kâh gülerek kâh gözleri dolarak gemi arkadaşını, yolculukta yaşadıklarını anlatıyor bize.

Nevzat Taşkın: Gemiye binmeden önce Antalya’da yüz felci geçirdim; tabii gemide ağırlaştı. İndirmek istediler beni. Ama inmedim, çünkü yıllardır bu fırsatı bekliyordum. Zaten İHH’ya da altı ay önce Filistin için katılmıştım. Fahri ve diğer arkadaşlarla da orada tanıştık.

Neden Filistin?

O insanlarla ortak bir kitabımız var, kardeşliğimiz var. Din kardeşliği bu. İnsan insani yönden de rahatsız oluyor. Yani, dünyanın neresinde bir haksızlık varsa elimden geldiği kadar yardım etmek isterim. Bu açıdan bakınca, Filistin en problemli bölge. Ayrıca, Kudüs’ü de insanların sınanması açısından tek imtihan yeri olarak görüyorum. Kudüs ve Mescid-i Aksa benim için bir imtihan. Ayrıca Avrupa’nın çifte standardının ortaya çıktığı yer. Filistin, İsrail kurulduğundan beri zorda… Orası, bütün ümmetin savunması gereken bir yer; Kudüs düşerse manevi olarak bütün Müslümanlar zedelenir.

Fahri Yaldız’ı bir de sizden dinleyelim?

Heyecanlı ve sevecendi. Bir lafı söyleyeceği zaman sonu nereye gidecek diye hiç düşünmezdi. Çünkü hep haktan taraftı. Bir gün sohbet ederek ders veriyordu, bazıları uyudular, Fahri cennetteki hurilerden bahsetmeye başladı, o zaman herkes uyandı. O da “Hepsi anasının gözü, hurilere gelince gözleri faltaşı gibi açıldı.’ dedi. Lafını hiç sakınmazdı yani. Antalya kapalı spor salonunda geminin hareket saatini beklerken biz utangaçlığımızdan dolayı kendi arkadaşlarımızla oturur dertleşirdik ama Fahri bir türlü aramıza gelemezdi. Fotoğraf çeker, yerli yabancı demeden herkesle konuşurdu. Dilini bilmedikleriyle de el kol hareketleriyle anlaşırdı… O kadar sosyaldi ki. Gemide de bütün gruplarla ahbap oldu. Herkes gelip onu sorardı. Çok da şakacıydı. Antalya’da, Ali Haydar Bengi uyurken tutmuş horlamasını kameraya almış. Gemidekilere seyrettirecekmiş. Ali Haydar “Keşke yapmasaydın.” dedi. Bunun üzerine Fahri çok üzüldü. İlle de helalleşmek istedi. Ali Haydar da “Sen de benimle gelirsen helalleşirim.” diyor ve ikisi güvertede beraber görev yapıyor… Ve de vuruluyorlar… Bir gün gemideki Filistinlilere, “Ben sizden daha çok Filistinliyim.” dedi. İnsanlar şaşırdılar. Gitti arabasının resmini getirdi, üzerinde de Filistin bayraklı montu vardı. O fotoğrafı ve Fahri’nin o hâlini gören Filistinliler, “Allahu ekber, bu bizden daha çok Filistinli!” dediler. Siz de onun gibi ‘Ben şehit olacağım!’ dediniz mi hiç? Konuşmalarımız hep şehitlik üzerineydi. Burada ailelerimizle vedalaşırken de öyle. Dönmeyebileceğimizi de hesaba katmıştık yani. Fahri, aramızda konuşurken “Nevzat, bizi ancak şehitlik paklar.” derdi.

Bu kadar fazla şehitlik vurgusu? Ölüme duyulan bu ilgi… Ne demek bu?

İlla “ben şehit olacam, kendimi ölüme atacam” diye bişey yok da… Sonuç bu da olsa amenna ve saddakna; yani başımızın üstünde yeri var demek; İsrail “Gelirlerse vururum.” dediğinde “Vurursa vursun!” demek; “Sonuç ne olursa olsun biz bu yardımı ulaştıracağız.” demek. O gemiye gelen insanlar kefenlerini giyip gelmişlerdi. Ama tabii ki körü körüne bir gidiş değildi. Zaten, Bülent Yıldırım İsrail’i açık açık: “Ey İsrail, ben Filistin’e bu yardımı götüreceğim. Eğer buna sesini çıkarmazsan bir gün konuşulur. Ama bize saldırırsan, bütün dünyada sürekli konuşulur, ambargo da kalkar. Onun için bırak gireyim.” diye uyardı.

Vurulduğunda yanında mıydınız?

Baskın olduğunda, daha ölüm haberini almamışken, “Bizimki kesin şehit olmuştur.” dedim. Çünkü en tehlikeli yer olan en üst güvertedeydi. Haberi Cumartesi günü aldık: İlk ölenlerden, ama en son haberi alınanlardandı.

Gemiye bindirme yaptıklarında bizi orta katta topladılar, yanımızdaki yaralıları sürükleye sürükleye, yaralarına namlunun ucuyla bastıra bastıra götürdüler. Yukarıdakileri ise hiç aşağı indirmediler. Direkt helikopterlerle götürdüler.

Daha sonra…

Bizi on sekiz saatte götürdüler İsrail’e. Ellerimiz kelepçeliydi. Sürekli köpeklerle taciz ediyorlardı. Ben bir ara “su,” dedim, askerlerden biri “One minute!” dedi. Arkadaşlara, “Erdoğan’ın cezasını biz çekiyoruz burada.” dedim. İsrail’e girerken de insanların ellerinde “One minute” yazılı pankartlar vardı.

Olayın medyadaki yansımaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de yanlı medya her zamanki gibi iş başındaydı. Ama dünya basınındaki tepkiler için çok memnunum. Gündem oluşturması açısından mükemmel oldu. Nasrallah, “Biz altmış yıldır bu olayı insanlığa anlatamadık. İnsanlar bunu hep bir Arap meselesi olarak düşündüler. Ama bu gemideki şehitler sayesinde Kudüs ümmetin davası hâline geldi. Bizim yıllardır başaramadığımız şeyi bu gemi başardı.” dedi… Hatta aynı inançtan olmayan insanlar bile aynı noktaya geldiler. Bunun bir insanlık davası olduğunu anladılar.

Hükümetin tepkisi nasıldı sizce?

Başbakanın ve Davutoğlu’nun tepkisini yeterli buldum. Bazıları “Savaşmalıydık!” diyor. Ama savaş o kadar basit bir şey değil. Türkiye de buna hazır değil zaten.

Ya Batı’nın tepkileri?

Herkes gerçek rengini belli etti ve Batı, bu konuda da çifte standardını gösterdi. Gürcistan’da bir günlük saldırı oldu, hemen Nato birliklerini oraya yığdılar. Bosna’da ise savaşın yıllarca sürmesine ve insanların ölmesine göz yumdular.

Herkes kendi dininden olanı mı koruyor ne?

Nerede olursa olsun, aynı şeyin bir gün bizim de başımıza geleceğini düşünmemiz lazım. Mesela ben Şili’de deprem olduğunda, hiçbir alakam olmamasına rağmen derneğe Şilililer için yardım yaptım. İHH aracılığı ile Tahiti’ye de yardım yaptık.

Gemiden unutamadığınız hoş bir anınız var mı?

Cengiz Akyüz yirmiye yakın uçurtma getirmişti. O uçurtmalar, gemide hazırlanıp denendi. Kuyruklarına Filistin bayrakları takıldı. İsrail, Filistinli çocukların uçurtmalarını da vurdu.

Fahri Yaldız’ın Otopsi Raporu:

  1. Sol memenin alt kısmında silah mermi çıkışı tespit edilmiştir. Buradan giren mermi kalbine girerek oradan sağ akciğeri geçip arka kaburgayı kırarak sağ omuz arkasından çıkmıştır.
  2. Sağ omuz arkasında mermi çıkışı tespit edilmiştir.
  3. Sol uyluk ortasının ön yüzünde mermi girişi tespit edilmiştir. Buradan giren mermi sol uyluk arkasında çıkmıştır.
  4. Sol uyluk arkasında mermi çıkışı tespit edilmiştir.
  5. Sağ uyluk üst tarafında mermi girişi tespit edilmiştir. Buradan giren mermi sol kalça altından çıkmıştır.
  6. Sol kalça altında mermi çıkış tespit edilmiştir.
  7. Sağ diz iç yanında mermi girişi tespit edilmiştir. Buradan giren mermi tekrar dizinden çıkmıştır.
  8. Sağ dizin de mermi çıkışı tespit edilmiştir.
  9. Sağ bacağı diz altında arka tarafta mermi girişi tespit edilmiştir. Buradan giren mermi dizinden tekrar çıkmıştır.
  10. Sağ diz iç yanda mermi çıkış yarası tespit edilmiştir.
  11. Sağ koltuk altı karın boşluğuna yakın bir bölgede delik tarzı bir yara tespit edilmiştir.
  12. Vücuduna 5 adet merminin isabet etmiş olduğu kalbine giren merminin öldürücü nitelikte olduğu tespit edilmiştir.
  13. Rapora göre kişinin ölümü ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı kaburga ve göğüs kemiği kırıklarıyla birlikte iç organ yaralanması nedeniyle gerçekleşmiştir.

Bir yıl sonra…

Fahri Yaldız’ın eşini arıyor ve nasıl olduklarını, geçen süreci nasıl değerlendirdiğini soruyorum: Boş. Herşey bomboş. İlk günlerde sıcağı sıcağına etrafınız insan kaynıyor. Herkes bir şeyler vaat ediyor. Ama zaman geçip olay soğuyunca sen ve ailen acınla baş başa yapayalnız kalırsın. İlk günlerde “şöyle yaparız, böyle yaparız” diye yüksekten atıp tutanlar iş uygulamaya gelince ortada görünmezler. Demek ki, diyorum, Allah’tan başka hiç kimseye güvenmeyeceksin! Aynı Hz.İbrahim gibi. Hani, İbrahim Peygamber’i ateşe atacakları zaman Allah haber göndermiş ve“Söyleyin, Meleklerden yardım isterse bütün meleklerim yardım edecek, benden yardım isterse ben edeceğim.” demiş de Hz.İbrahim meleklerin hiçbirinin yardımını kabul etmemiş ya “Bana Allahım yeter.” diyerek; işte öyle… Bu dünyaya imtihan için geldiğimizi unutmamak lazım.

İki yıl sonra…

Daha ne diyelim , tabii ki acı gittikçe derinleşiyor. Söylenmesi gereken herşeyi geçen sene söyledik…

 

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın