Bölüm

Ön yargıları yıkmak atomu parçalamaktan zordur

Ben kim oluyordum da onun bu caddede
dolaşıp dolaşamayacağı hakkında ahkâm kesiyordum.
Aynı şeyi tipimden ya da kılığımdan hoşlanmadıkları için
bana yapsalardı nasıl hissederdim acaba?”

Toplumsal şartlanmalarla o kadar kuşatılmış durumdayız ve farkına bile varmadan öylesine şartlı refleksler veriyoruz ki bunların yıkılması gerçekten de atomu parçalamaktan daha zor bir iş.

Bu yolculuğun benim için en önemli yanlarından biri, zihnimin en ücra köşelerindeki ön yargılarımı keşfedip açığa çıkarmamdı. Hatta bunu fark etmek, ön yargılı insanlara olan ön yargımı da yıkıp geçmişti.

Bu nasıl da sinsi ve baş edilmesi zor bir illetti.

Ömrünü ön yargıları sorgulayıp yok etme çabasıyla geçirmiş benim gibi biri bile bu tuzağa düşüyorsa hayatı ve kendilerini hiç sorgulamadan yaşayanlar nasıl düşmesindi ki…

Biraz sonra anlatacağım şeyleri yaşamamış olsaydım ben de öyle yaşayıp gidecektim herhalde.

Ön yargıya dayalı ilk farkındalığımı Adıyaman’da Fahri Yaldız’ın Mavi Marmara’daki yol arkadaşı Nevzat Taşkın ile olan görüşmemizde yaşadım.

Adıyaman itfaiye merkezinde Yaldız’ın mesai arkadaşları ile olan sohbetimize sonradan katılan Nevzat Bey’i görür görmez “Hoş geldiniz.” diyerek, ayağa kalktım ve elimi uzattım. Nevzat Bey, başını hafifçe yana eğip ellerini hazır ol pozisyonuna getirdi ve -sanki- mahcup bir edayla özür diledi. Yani tokalaşmadı benimle. Birkaç saniyelik bir afallamadan sonra “Estağfurullah.” diyerek yerime oturdum.

Neyse ki bu durumu kafaya takıp ön yargılara dalmaktansa karşımdaki insanı açık bir kalple dinleyerek anlamaya odaklandım…

İyi ki… “iyi ki”, diyorum çünkü bu sayede son derece içten, bütün sorularıma açık bir kalp ve tüm samimiyetiyle cevap veren bir insanlar karşı karşıya olduğum gerçeğini görebildim.

Yoksa, benim önyargılı davranışım Nevzat Bey’in de önyargılarını tetikleyecek ve o güzel söyleşiyi yapma fırsatını kaçıracaktık.

Nevzat Bey’le olan söyleşimizin ardından, onun benimle tokalaşmayacağını anladığımdaki duygusal tepkimin nedenini düşündüğümde bir çiftlik evi belirdi zihnimde… Halamın oğlu Önder Abi yeni evlenmiş, onu tebrik için İzmir’in biraz dışındaki çiftliklerine gitmişiz. Sekiz yaşındayım. Odun sobasından hoş bir koku yayılıyor. Kapıdan içeri Önder Abi’nin eşi giriyor. Gülerken yanakları kızaran, sempatik ve sevimli bir kadın… Başında yemeni. Babam, tokalaşmak üzere elini uzatıyor ona doğru ama eli havada kalıyor… Eve dönüş yolunda sürekli homurdanıyor. “Yobaz, babası yaşındaki adamla tokalaşmıyor.” diyor gelin için. Ve bu konu günlerce devam ediyor. Babamın öfkesi dinmek bilmiyor. Çocuk aklımla tam olarak ne düşüneceğimi bilemiyorum ama karşı cinsle tokalaşmayan bir insanın “gerici”, “yobaz” olduğu düşüncesi çakılıyor zihnimin kuytu bir köşesine…

Ve bunu ancak o gece Nevzat Bey sayesinde fark ediyorum.

Bilinçaltımın karanlık dehlizlerinde daha ne tür çöpler vardı ve ben bu yolculukta daha nelerle karşılaşacaktım Allah bilir…

Epey uzun bir süre sonraydı, “şehitlik” ve “cihat” kavramları üzerine araştırma yaparken, İlahiyat Profe
sörü Hayrettin Karaman’ın sitesinde tam da bu konuya değinen çok ilginç bir okuyucu mektubu buldum:

Kıymetli hocam,

… Bayanlarla el sıkışsak bir türlü, karşılık vermesek bir türlü… El sıkışmadığım zaman karşımdaki insan bunun bir medeniyet gereği olduğunu, herhangi bir art niyet olamayacağını vs. söyleyip hemen olumsuz bir tavır takınıyor. İnsanlara (bayanlara) daha sonra uygun bir dille anlattığımda ekseriyeti saygı gösteriyor.

Böyle bir ortama girdiğim zaman orada bulunan bayanlara haber verip sonra da kendilerinden özür dileyip neden böyle yaptığımı anlatıyorum. Eğer böyle bir şansım olmamışsa boncuk boncuk terliyorum.

Bu mektubu okuyunca kendimdeki empati eksikliğini iyice gördüm. Ve Adıyamanlı Nevzat Bey’in utangaç bir edayla (belki de bana öyle geldi) özür dilemesini hatırladım.

Ben o anda tamamen kendi duygusal tepkime odaklandığım için, bu durumun ona da sıkıntı yaratabileceğini hiç düşünmemiştim doğrusu. Meğer inancı gereği karşı cinsle tokalaşmayan insanların içlerinde de ne fırtınalar koparmış da benim haberim yokmuş.

Yolculuğumun devamında, görgü kurallarının bize öğrettiği “tokalaşmak için önce kadın elini uzatır” kuralını -insanları zor durumda bırakmamak için- bir kenara attım. Artık, sadece onlar ellerini uzatıyorsa tokalaşıyordum. Bu davranışım, onların inancına gösterebileceğim asgari düzeyde bir saygı ve duyarlılık anlamına geliyordu benim için. İçinden geçtiğim o farkındalık aşamasından sonra başka türlü davranamazdım zaten.

Bu kadar basit ve tamamen inanç ya da gelenekle ilgili bir duruma sadece kendi ön yargı ve şartlanmalarımızla bakıp, tek doğru kendi bildiğimizmiş gibi tepki vermemiz ne kadar acı.

Oysaki bir insanla kurduğumuz iletişimin mihenk taşı o insanla tokalaşmamız değil, iletişimimizdeki dürüstlük, açıklık ve içtenlik olmalı. Karşımızdaki insan, bizimle tüm samimiyeti ve açık yürekliliği ile konuşuyorsa tokalaşıp tokalaşmamasının ne önemi olabilir ki?

İstanbul’da, Kırımlı Murat ve ailesiyle yaşadığım diğer bir (bence) ilginç deneyim ise ikinci büyük farkındalığın yolunu açtı bana. Üsküdar’daki bir çay bahçesinde yaptığımız söyleşinin sonunda teybi kapatıp havadan sudan sohbet ettiğimiz esnada eşi Aynur’a sarılıyor Murat Bey ve gülerek, “Ben kapattım onu!” diyor. Birden afallıyorum ve “Ooh maşallah!” deyiveriyorum…

Ardından soruyor, “Sizin bir torba altınınız olsa ne yaparsınız?”

Akıma ilk geleni söylüyorum yine, “Dağıtırım!”

Gülüyor, “Yok,” diyor “onu güzel bir kadife keseye koyar, muhafaza edersiniz. Herkes görsün istemezsiniz… Bu da benim kıymetlim, hiç kimse görsün istemiyorum, kıskanıyorum, onun için de kapattım.”

Ve bunları bana söylüyor… İnancı için kapanmayı hiçbir “ama” eki olmadan kabul eden, fakat koca baskısıyla kapanma söz konusu olunca hararetle karşı çıkan ve bu konuda bolca ahkâm kesmiş olan bana…

Hakikatten de şaka gibiydi içinde bulunduğum durum. Kara çarşaflı bir kadın ve gururla “Onu ben kapattım!” diyen bir koca vardı karşımda.

Ama sanki bir sihir oluşmuştu ve ben bu durumdan hiçbir rahatsızlık duymuyordum. Üstelik bu rahatlığımı sorgulayacak kadar da içinde olduğum hâlin farkındaydım.

Hiç şüphesiz, karşımdaki sempatik karıkocanın samimiyeti ve birbirimizle açık bir kalple kurduğumuz iletişimin yarattığı bir simyaydı bu.

Aynur Hanım, ışıl ışıl gözleriyle gülümseyerek “Eee, ne diyorsun bu duruma?” der gibi bakıyordu. Aklıma ilk gelen yorumu yapıyorum ve “Size mücevher muamelesi yapıyor.” diyorum gülerek.

O da gülüyor; biraz afalladığımın ama kendisini yargılamadan, sadece içimden geleni söylediğimin farkında.

Gözler yalan söylemez, ruhun aynasıdır. Ve ben bu yolculuğun her aşamasında gözlere odaklandım; sadece gözlere. Başkaca hiçbir şey umurumda değildi. Ne şehirler, ne kimlikler, ne aidiyetler, ne giysiler. Gözler ve sözler…

Ve Kırımlı Murat’ın mücevheri Aynur’un ışıl ışıl bakan gözlerinde, baskı altında olduğuna ya da zorla kapatıldığına dair en ufak bir iz yoktu…

Aslında düşünüyorum da bu meseledeki ilk kırılmayı on yıl kadar önce İsveç’te yaşamıştım. Ilık bir İsveç yazında, gazeteci arkadaşım Katarina ile Stockholm’ün merkezinde kahve içiyorduk. Bir ara karşı kaldırımda bebek arabası ile giden Burkalı bir kadın ilişti gözümüze. Bütün önyargılarım, şartlanmışlıklarım harekete geçmiş ve kadının görüntüsünden rahatsız olmuştum. Normalde şehrin gettolarından dışarı çıkmazlardı onlar…

Ben bu düşünceler içindeyken Katarina’nın “Ah, ne iyi, evde kapalı kalmamış, özgürce geziyor buralarda.” dediğini duydum.

Bu cümle bana, elektrik çarpmış gibi bir etki yapmıştı. O andan itibaren de koptum gittim, Katarina bir şeyler anlatıyordu ama dinleyen kim… Sadece dinlermiş gibi yapıp başımı sallıyordum. Oysaki tamamen kabuğuma çekilmiş ve kendimle kıyasıya bir hesaplaşmaya girişmiştim.

Katarina doğru söylüyordu. Yanlış olan benim düşünce biçimimdi… Nasıl da düşmüştüm zihnimin tuzağına. Çocukluğumdan beri her fırsatta yıkana gelmiş beynim, işte sonunda, bana hiçbir zararı olmayan bir kadının sokakta yürüme özgürlüğünü yok sayacak kadar ileri gidebilmişti.

Varsan baksan, Taliban’a kızardım kadınları zorla örttükleri için… Peki, ama benim bu yaptığım neyin nesiydi? Karşımda Taliban yoktu ki… Sokakta bebeğiyle yürüyen bir anne vardı; etiyle, kanıyla, canıyla bir insan… Ben kim oluyordum da onun bu caddede dolaşıp dolaşamayacağı hakkında ahkâm kesiyordum. Aynı şeyi bana yapsalardı, tipimden ya da kılığımdan hoşlanmadıkları için nasıl hissederdim acaba?

Kaldı ki yapıyorlardı da… Sırf başka bir kültürden olduğum için “Ölü bir gazeteci olmak istemiyorsan evine dön kara kafa!” diye tehdit mektupları gönderen İsveçli kafatasçılar için, ben ve Burkalı Kadın aynı kategoriye dâhildik. İkimiz de ölmeyi hak ediyorduk.

Bana tehdit mektupları yollayan o psikopatlara “ırkçı” deniyordu… Peki ya bana ne denmeliydi? Burkalı kadına karşı olan duygu ve düşüncelerimin, beni dünyanın her yerindeki ırkçı faşistlerle aynı seviyeye düşürdüğünü işte o an fark ettim.

Katarina farkında değildi ama bir tek cümlesiyle bana hayatım boyu unutamayacağım bir ders vermişti. Bunu ona hiçbir zaman anlatmadım. Utandım çünkü. O kadar ilkel düşünebildiğimi nasıl anlatabilirdim ki…

Sahi ya, biz insanlar niye her şeyi ve herkesi kendimize benzetmek için uğraşıyoruz?

Neden insanları oldukları gibi kabul edemiyoruz ve niçin şekilcilikten sıyrılıp da öze odaklanamıyoruz?

 

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın