Bölüm

Bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak.

“Bundan sonra hiçbir şey aynı olmayacak.
Artık, bir Mavi Marmara’dan öncesi var,

bir de sonrası.’’
İsmail Songür

***

2010 yılının 31 Mayıs gecesi televizyonlarının başında oturan milyonlarca insan ortak bir kâbusu paylaşıyordu. Gazze açıklarındaki uluslararası sularda ve gecenin zifiri karanlığında, en gelişmiş silahlarla donatılmış İsrail askerleri havadan helikopterlerle, denizden hücumbotlarla saldırıyorlardı Mavi Marmara gemisine.

Üzerlerine rast gele ve acımasızca ateş açılan silahsız insanlar, sapanlarla, sopalarla direniyorlardı. Dünya şoktaydı. Hiç kimse bu kadarını beklemiyordu.

Ve sonra… Sonra, ekran karardı….

Her şeye rağmen insanlığın kazanacağına, İsrail yönetiminin hiç olmazsa dünya kamuoyundan çekindiği için sağduyunun sesine kulak vereceğine dair tüm umutlar söndü.

Ölümden ötesi yoktu işte. Aydınlığa susamış milyonlarca vicdanda Güneş karanlığa doğdu o sabah. İlerleyen saatlerde dokuz T.C. vatandaşının İsrailli askerler tarafından öldürüldüğü haberini geçti ajanslar.

İsmail’in dediği gibi, hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı artık…

Bütün dünya ayağa kalktı. Yer kürenin her köşesinde, Yahudiler de dâhil olmak üzere her ırktan, her dinden duyarlı insanlar, “Yeter artık!” diyor ve bu vahşi katliamı lanetliyorlardı.

Türkiye’de ise durum biraz farklıydı… Gerçi burada da her yerde büyük protesto gösterileri düzenleniyor, insanlar akın akın meydanlara gidiyordu. Ama son yıllarda iyice belirginleşen toplumsal kutuplaşma bu olayda da kendini göstermiş ve bir kesim bu trajik olaya karşı adeta sağır ve dilsiz kalmıştı. Bu durum, medyanın sunduğu görüntülere fazlasıyla yansıyordu tabii ki. Protesto gösterilerinde öne çıkanlar çoğunlukla İslami kesimdi. Kameralar, kara çarşaflı kadınlara, sakallı takkeli erkeklere zum yapıyordu bol bol. Gazetelerin internet sayfalarındaki fotoğraf galerilerinde de aynı manzara hâkimdi.

Olayın üzerinden iki-üç gün geçmeden gazete köşelerinde, ekranlardaki tartışma programlarında “Kabahat ölende mi öldürende mi?” tarzında yorumlar yer almaya başladı.

Kimi köşe yazarları, bir yandan “mecburen” İsrail’i kınarken diğer yandan da Mavi Marmara’daki yardım gönüllülerini suçluyorlardı. Bazıları, “İsrail’in ne kadar acımasız olduğunu bilmiyor muydunuz? Ne işiniz vardı orada?”, bazıları da “Türkiye’de muhtaç insan kalmadı mı? Kendi insanlarımız dururken Filistinlilere yardım etmenin ne gereği var? ” diyordu.

Protesto gösterilerinde İslami söylemlerin baskın olması, Hamas lehine sloganlar atılması, cihat mesajları verilmesi de kafaları iyice karıştırıyordu.

Bu görüntülerden güç ve dayanak alan bazı yorumcular, ağır suçlamalarda bulunuyor ve insani yardımın bahaneden ibaret olduğunu, yardım filosunun asıl amacının İsrail’i provoke etmek olduğunu söyleyecek kadar ileri giderek gemiye binen yardım gönüllülerinin bile bile ölüme gittiğini iddia ediyorlardı.

“Rotamız Filistin, yükümüz insani yardım” sloganıyla hareket eden filonun, 36 ülkedeki¹ sivil toplum kuruluşunun ortak inisiyatifi olduğu ve 6 gemiden oluşan konvoyun tüm dünyadan 700’e yakın sivil aktivistin katılımıyla düzenlendiği gözardı ediliyor; eleştiri okları Mavi Marmara’ya engel olmadığı için hükümete ve yardımı organize eden İHH’ya (İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı) dolayısıyla da gemideki yardım gönüllülerine, hatta baskında hayatını kaybedenlere yöneliyordu.

İddialarına dayanak olarak, “şehitlik” ve “cihat” söylemlerini kullanıyorlardı. Gerçekten de hayatını kaybedenlerden bazıları yolculuktan önce “Dönemezsem şehit olurum.” cümlesini kullanmıştı.

Hatta içlerinde “İnşallah şehit olurum!” diyenler bile vardı. İslami çevrenin söylem biçimini bilmeyen biri için oldukça ürkütücü ve iddialara olabilirlik şüphesi katan bir söylemdi bu.

Hele bir de “beyaz” dedikleri, fanus içinde yaşayan Türklerdenseniz ve hayatı din merkezli yaşayan insan kavramı sizin için kapıcınız ya da sokakta gördüğünüz türbanlı kadınlarla sınırlıysa…

“İslami çevre” deyince aklınıza 11 Eylül’den, Türkiye’deki Hizbullah’ın domuz bağlarından ve Sivas olaylarından başka bir şey gelmiyorsa; Mavi Marmara’nın içindeki tüm yolcularla beraber bir intihar gemisi olduğu algısına teslim olmanız işten bile değildi.

İsrail, Mavi Marmara yolcularını daha en başından “terörist” olarak damgalamıştı zaten; gemiye saldıran askerlerin ellerindeki terörist listesi de bunun açık bir göstergesiydi.

İsrail Genel Kurmay Başkanı Gabi Aşkenazi, olaydan birkaç gün sonra “Gemidekiler teröristti. Öldürülmesi gerekenleri öldürdük.” demişti.

ABD Başkan Yardımcısı Joseph Biden de İsrail’in saldırısının meşru olduğunu söylüyordu. Bu arada, İsrail’in sağcı basını ve kamuoyu, gemiye saldıran komandoları silahsız insanlardan dayak yedikleri için beceriksizlikle suçluyordu.

Gazeteci Mete Çubukçu, şu cümlelerle anlatıyordu bu durumu:

Türkiye’nin Tel Aviv Büyükelçiliği önünde toplananlar, Türkiye’yi protesto ediyor. Durum ironik, soru şu: Kim kimi, niye protesto ediyor? Mağdur olan kim? Her saldırganlığın arkasına bir mağduriyet eklemeyi marifet sayan İsrail, artık inandırıcı değil. O yüzden ellerinde İsrail bayraklarıyla kutlama yapan, dokuz kişinin öldürülmesini kutlayan mantık, bu toplumu son hızla bir çukura yuvarlıyor. Tarihte bunca acı çekmiş bir ırkın çocukları, bu yabancılaşmanın, Filistinlileri ölüme terk edip köleleştirmeye çalışan kolonyal mantığın, kendi geleceklerini tehlikeye attığının farkında değil.

Çünkü o mantık Filistin’e, Gazze’ye yönelik en küçük bir sempatiyi, desteği, yardım niyetini ve hareketini terör parantezine alabilecek kadar esir olmuş. Tel Aviv sokaklarındaki göstericiler bir saat uzaklıktaki “toplama kampı”nda neler olup bittiğini öğrenmek bile istemiyor. Çünkü kendi geçmişiyle yüzleşme ihtimali var…

İsrail ile Türkiye arasındaki gerginlik her kademede hissediliyor. ‘Türkiye’de ordunun gücünü yitirdiği için bunların yaşandığını söyleyenler’, ‘Elindeki pankartla Türk hükümetini Atatürk’e şikâyet edenler’ ya da ‘Ayağınızı denk alın Ermeni soykırımını başınıza sararız’ tehdidinde bulunanlar…
Mete Çubukçu / Radikal2

İsrail’in kara propogandalarına ilaveten, Türk medyasındaki eleştiriler de gittikçe yoğunlaşmaya başlıyordu. Bazı köşe yazarlarının insaf yoksunu yazıları akıl alacak gibi değildi. Nasıl oluyordu da bu kadar açık bir haksızlığa, zulme ve katliama bu kadar çarpık bakabiliyorlardı? Ve nasıl oluyordu da İsrail’in tezlerini destekleyecek nitelikte yayın yapabiliyorlardı?

Yine ikiye ayrılmıştık işte. Ve benim safım başından beri belliydi. Lamı cimi yoktu, Mavi Marmara’nın tarafındaydım. Bu seçimimin siyâsî ya da dini hiçbir yönü yoktu. Sadece tüm dünyanın gözü önünde apaçık bir şekilde işlenen cinayetlere vicdani bir tepki olarak belirlemiştim safımı.

Bu arada, İsrailli yetkililer de böyle bir girişiminin tekrarlanması durumunda yine vuracakları doğrultusunda tehdit dolu açıklamalar yapıyorlardı. Bu açıklamalar vicdani tepkimi yeniden tetiklemişti işte. Mavi Marmara’nın gelecek seferine katılmaya karar verdim ve hemen ertesi gün İHH’nın Fatih’teki merkezine gittim. Vakfın basın danışmanı Salih Bilici, bu olaydan sonra binlerce kişinin Gazze’ye gitmek için başvurduğunu söyledi. Anlaşılan, İsrail’in planı ters tepmişti. Hiç kimsenin akıllandığı, yani korktuğu yoktu. Salih Bey, ‘’Neler yaptıklarını gördünüz. Çok tehlikeli olduğunun farkındasınız herhalde.’’ diye uyarmayı da ihmal etmedi. Ama benim geri adım atmaya niyetim yoktu; ucunda ölüm de olsa gitmek istediğimi söyleyerek ayrıldım oradan.

İtiraf etmeliyim ki o yola bir gazeteci olarak değil “eylemci olarak” çıkmak istiyordum. Dünya suskunların yüzünden bu hale gelmişti çünkü…

Peki, ben ölmek mi istiyordum? Hayır, ne münasebet…

Ama tabii ki bu işin ucunda ölüm de vardı ve bunu da göze almak gerekiyordu; İsrail, bu kadar haksız olduğu bir davada hâlâ “Yine gelirlerse yine vururuz.” diyerek hem insanlık onurunu zedeliyordu hem de sadece Gazzelileri, Müslümanları, barış eylemcilerini değil tüm insanlığı tehdit ediyordu…

Kararımı duyan yakınlarım ne diyeceklerini bilemediler. Çocuklarım baştan karşı çıktıysa da bu eyleme olan inancımı ve kararımın kesinliğini görüp, pes ettiler. Birçok kişiye göre, o kanlı baskını gördükten sonra bu yolculuğa çıkmak “bile bile lades” anlamına geliyordu.

Mavi Marmara yolcularına yapılan eleştirilerin benzeri bana da yapılıyordu artık. Bile bile ölüme gidiyorum diye eleştirenlere “Eninde sonunda bir şekilde öleceğiz. Ecelim gelmişse inandığım ve bana anlamlı bir eylemin içindeyken ölürüm hiç olmazsa.” diyordum.

Mavi Marmara’da hayatını kaybeden insanların çok eleştirilen “şehitlik” söylemlerini de daha iyi anlıyordum artık. Özde aynı şeyleri söylüyorduk ama jargonlarımız farklıydı.

  1. Yakup Alnıak, “Mavi Marmara’nın Serencamı” adlı kitabında, 36 ülkeden gelen yolcuları şu şekilde belirtiyor: Türkiye:380, Yunanistan:38, İngiltere:31, Ürdün:30, Cezayir:28, Kuveyt:15, Endonezya:12, ABD:11, İsveç:11, Almanya:11, Malezya:11, İrlanda: 9, Fransa: 9, Fas: 7, İtalya: 6, Filistin: 5, Belçika: 5, Bahreyn: 4, Yemen:4, Çek Cumhuriyeti:4, Avustralya:3, Makedonya:3, Moritanya:3, Pakistan:3, Lübnan:3, Mısır:3, Norveç:3, Suriye:3
  • Anadolu Ajansı’nın 25 Eylül 2014 tarihli haberine göre, Suriye’de yaşanan insanlık dramı ile ilgili ‘3. Yılında Suriye Dramı’ adlı bir kitap çalışması için İdlib’de bulunan Yakup Alnıak, kaldığı evin ABD’nin hava saldırısında bombalanması sonucu hayatını kaybetti.

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın