Bölüm

Dünya şampiyonluğundan ahiret şampiyonluğuna: Çetin Topçuoğlu

1956, Adana-31 Mayıs 2010, Gazze yolu-uluslararası sular

Adana’da doğdu. Bir çocuk babasıydı. 1979 yılında Çukobirlik’te memur olarak işe başlayan Çetin Topçuğlu, 1998 yılında emekli oldu. İki yıl Adana Demir Spor’da amatör olarak futbol oynadı. 1973 yılında tekvandoya başladı ve birçok defa Dünya Şampiyonu oldu. 1992 ve 1998 yıllarında yılın hakemi seçildi. İHH ve Adana İnsani Yardım Derneği’nde eğitim, kültür ve gençlik komisyonunda gençlere yönelik yapılan tüm çalışmalarda eşi Çiğdem Topçuoğlu ile birlikte çalıştı.

Bizim aldığımız eğitim ve terbiye,
kardeşini kendine tercih etmektir.”
Çiğdem Topçuoğlu (Eşi)

Çetin Topçuoğlu’nun eşi, Çiğdem Topçuoğlu anlatıyor: Beni eşim yetiştirdi; hocamdı o benim. Yirmi sekiz yıl önce, ben on yedi yaşındayken görücü usulüyle evlendik. O, hem ağabeyim hem babam hem dostum hem kardeşim hem de sevgilimdi. Yardımlarımız, kavgalarımız, ideallerimiz, her şeyimiz birlikteydi. Onunla tanıştığıma, evlendiğime, onunla yaşadığım her anıma şükrediyorum. Bizim de inişlerimiz, çıkışlarımız, kavgalarımız, gürültülerimiz vardı tabii ki. Ama birimiz susar birimiz konuşurduk. O denge çok güzeldi. Birbirimizi tamamlıyorduk. İki ayrı bedende bir can gibiydik. Ve benim bedenimin yarısı yok artık…

1997 yılında ilk kez Avrupa şampiyonu olduğumda bana bakışını ve sarılışını, unutamıyorum. 2002 yılında, oğlumuz İtalya’da kickboks dünya üçüncüsü oldu. Oradan babasını arayıp “Anneme söyle ben onu geçtim.” dedi. Babası da ona “Oğlum, annenle iddialaşma, o çalışır yine seni geçer.” dedi. Çalıştık ve 2008 yılında Kore’de yapılan Dünya Şampiyonasına birlikte gittik. Burada ben iki kez Dünya Birincisi oldum, Çetin de ikinci oldu. Bu kez oradan babası oğlumu aradı ve “Bak oğlum, annen iki kez Dünya Şampiyonu oldu, hadi bakalım geç geçebilirsen.” dedi… Spor barışçıdır, biz barış insanlarıyız, eğitimciyiz, insanları severiz dövmeyiz. Bizler, mazlumlara yardım için yola çıkmıştık ve uluslararası karasularında hiç hak etmediğimiz bir saldırıya uğradık.” dedi.

Topçuoğlu ailesi hayatlarını spor, insanlara yardım ve zulme başkaldırı çerçevesinde kurmuşlar. Yirmi yedi yaşındaki oğul Aytek de annesi ve babası gibi dünya çapında ödüllü bir sporcu.

Aytek Topçuoğlu: Babam karatede hem Dünya hem Avrupa şampiyonu oldu. Son olarak da 2010 yılında yapılacak olan olimpiyatlara hazırlanıyordu. Hedefi orada birinciliği alıp şampiyon olmaktı. Ama şimdi ahiret şampiyonu oldu… Şehit olduğunda boynunda Filistin atkısı vardı. Türk bayrağı bulunan kısmına babamın kanı bulaşmış. Babamdan bana kalan son hatıra olan bu bayrağı ölene kadar saklayacağım.

Çevresi tarafından, insancıllığı, disiplini, kararlılığı ve üzerine aldığı görevi en iyi şekilde yerine getirmesi ile tanınan Çetin Topçuoğlu, Filistin’e yardım filosuna katılım için hazırlanan formda yer alan “Bu kampanyaya ne kadar destek verebilirsiniz?” sorusunu “Gücümüzün yettiği yere kadar.” diye cevaplamıştı. Yardımcı olabileceği alanları ,“Eğitim, ilkyardım, spor, organizasyon.” olarak sıralayan Şampiyon’un, filoya neden katılmak istediği sorusuna verdiği cevap ise onun mücadelesinin özünü yansıtıyordu: “Topal karınca misali safımızın belli olması için.”

Çiğdem Topçuoğlu: Yaralılara yardım ederken önce bir çift ayakkabı gördüm. Onun ayaklarıydı. Sonra pantolonunu, ardından bluzunu, en son yüzünü gördüm. Yatıyordu, yanına gittim. “Ne yatıyorsun, kalk, herkes koşturuyor, sen de yardım et.” dedim, ses gelmedi.

Sonra kolunu kaldırdım, öylece tekrar düştü kolu. Yüzüne baktım yara yoktu, ama alnında çok küçük sivilce gibi kızarıklar vardı.

Bluzunu kestim, nabzını yokladım. Çok hafifti, nefeste problem vardı.

Hemen kalp masajına başladım. Elimin altında bir şeyler patlamaya başladı.

Öyle bir kurşun kullanmışlar ki vücudunun içinde patladı.

Ağzından ve burnundan kanlar gelmeye başladı. Başının tam arkasından bir kurşun girdiğini ve gövdesinde de kurşunlar olduğunu fark ettim.

Burnundan ve ağzından kan boşaldı o anda.

Akciğerlerinin harap durumda olduğunu anladım.

Ona daha fazla eziyet çektirmemek için bıraktım. Hani bir ümit ya, sevdiğinden ayrılamazsın, öyle bir şey…

“Ne olur Gülüm, bana bir şeyler söyle!” dedim…

Ses gelmedi.

O sırada doktor geldi. Oksijen verilmesini istedim, ağzına taktıkları minik petlerden çok hafif bir sesin geldiğini duydum.

Ona doğru eğildiğimde “Oğlum!” dediğini duydum.

Kulağına eğilerek “Ben seni duydum, Allah senden razı olsun. Ben senden razıyım. Efendimize selam söyle, Efendimize selam söyle, Efendimize selam söyle.” dedim…

Akan kanlarını ellerimle temizlemeye çalıştım… Parmaklarımda, tırnaklarımın dibinde, kanları hâlen duruyor. O kan izleri geçmiyor…

Bunu yapanlar cezalarını alıncaya, Filistin’deki zulüm, Gazze’deki ambargo kalkıncaya kadar bu kanların parmaklarımda kalacağına dair ona söz verdim.

Eşim öldükten sonra, onun için yapabileceğim başka bir şey olmadığı için, yukarıdaki yaralılara yardıma çıktım.

Aşağıya indiğimde Çetin yerinde yoktu. Yerde, onun üzerine örttüğüm Türk ve Filistin bayrakları vardı. Eğilip İsrailli askerlerin ayaklar altına aldığı bayrakları almak istedim.

Tam bu sırada bir asker alnıma silah dayadı. Hiç kımıldamadım. Arkadaşlar dikkatli olmam ve hızlı hareket etmemem için yalvarıyorlardı.

Usulca eğildim ve yavaşça askerlerin ayaklarının altından eşimin kanlarıyla daha da allaşan bayrağı aldım ve katlayarak çantama koydum…

Sadece bizim değil diğer devletlerin de bayrakları ayaklarının altınaydı.

D.Y: O kadar sevdiğiniz eşiniz ölmüş ve siz, onun için yapabileceğiniz başka bir şey olmadığından, yaralılara yardıma gidiyorsunuz. Bunu mantıkla anlamak kolay… Ama duygusal olarak biraz zor gibi. Nasıl bir güç, nasıl bir duygu bu?

O anlara gitmek, o duyguları tekrar yaşamak çok zor. Şu an buradan o ana ait bir şey söylemem sadece dil ucuyla sloganik sözlerden ibaret olur.

Yapmanız gereken her ne ise, “imanın gereği” olarak ifade edebileceğim, içgüdüsel bir davranış sergiliyorsunuz o an.

Aklınızla veya gönlünüzle değil, aklınızla ve gönlünüzle.

Bizim aldığımız eğitim ve terbiye, kardeşini kendine tercih etmektir.

Yani şairin dediği gibi: “Canı canana vermektir kemali insaniyet”

Biz oraya, yetim çocukları sevindirmek için, dul kalan kadınlara bir nebze olsun yardım edebilmek için gidiyorduk. Bu şekilde, yani insanlıktan çıkmış, canice bir şekilde saldıracaklarını, başımızdan aşağı kurşun yağdıracaklarını asla ve kat’a düşünmüyorduk.

Bunu yaptıranları ve yapanları Allah’a havale ediyorum.

Baskın sırasında bir ara Çiğdem Abla geldi yanımıza, “Battaniye verin, çok yaralı var.” dedi. Daha sonra yukarı çıktığımda baktım sessiz sessiz ağlıyor bir köşede…
Eşini kaybetmiş meğer… ” Saliha Akinan

Olayın Türk basınındaki yer alış şekli hakkında ne düşünüyorsunuz?

Çiğdem Topçuoğlu: Basınımız artık o kadar çok onlarla birlikte çalışıyor ki. Kendi içimizdeki “bazı” kalemlerin, tutuklandığımızda bizi sorgulayan İsraillilerden hiçbir farkı yok inanın.

Ha İsrail ile savaşmışız ha buradaki basınla konuşmuşuz. Birisi kurşunu sıkıyor, diğeri kalemini kullanıyor…

Ahiret inançları varsa bilsinler ki o mizana geldiğimizde iki elimiz yakalarında olacak.

Ona göre vicdanlarını kullanıp, kalemleriyle özgür ve yansız bir şekilde yazsınlar.

Bakın, “Bizden tarafa yazsınlar.” demiyorum. Ama gördüklerini dürüstçe yazsınlar. Basılan düğmelerle, edilen telefonlarla yazmasınlar.

Ayrıca çoğu da çok özensiz, en basit gazetecilik ilkelerine bile uymuyorlar.

Mesela, İstanbul’a gelip eşimi morga bıraktığımız günün akşamı, televizyon kanallarından birinde bizimle ilgili bir haber gördük: “Çetin Topçuoğlu vefat etti. Arkasında dul bir eş ve altı çocuk bıraktı.” diyorlardı.

Bu nasıl habercilik söyler misiniz? Sormadan etmeden, olayın detayına inmeden, kişilerin iznini almadan haber yapıyorlar.

Hükümetin Mavi Marmara ile ilgili yaptıkları yeterli mi sizce?

İngilizler gibi başladılar Türkler gibi bitirdiler… Bu kadar söylüyorum.

Fethullah Gülen’in otoriteden izin alınmalıydı açıklaması için ne diyorsunuz?

Değerli bir insandır, büyüğümüzdür. Saygı duyuyorum. Ellerinden öpüyorum. Biz sevgiyi, saygıyı ondan öğrendik. Neden böyle bir açıklama yapma gereğini duyduğu kendisini ilgilendiriyor. “İsrail’den izin alınması gerekir.”, diyormuş, ama keşke önce bize sorsaydı.

Ayrıca, İsrail’den izin almamıza da gerek yoktu çünkü uluslararası sulardan gidiyorduk.

Sizi arayıp üzüntüsünü bildirmesini beklediniz mi?

O rahatsız, yani yaşlı birisi. Taziyelerini Zaman gazetesinde bildirdi. Ben bunu kabul ediyorum. Tek tek aramasına gerek yok. Herkesin üslubu farklıdır. Demek Hocaefendi’nin üslubu da bu şekilde! Kendilerine yakışanı yaptılar… Bizler bir bütünüz, bu konuyu öne çıkarıp, bizi parçalamaya, bölmeye çalışmasınlar.

Cumali Topçuğlu (Kardeşi): Şehadet, Tuba ağacına benzer. Allah ve Resul aşkından beslenir. Ölümsüzlüğe açılan kapının ta kendisidir.

Hz. Hamza’nın kalbini deşmişlerdi; Çetin Abimin ise arkadan kafatasını dağıttılar, sırtından vurdular kalleşçe…

Anlaşılan o ki ilk kurşun helikopterden kafasının arkasına sıkılmış; yere düştükten sonra da karnından vurmuşlar.

Şehidimizi Rabbi Allah’a, Hz. Hamza’nın yanına üç kurşunla dağılmış bir kafatası ve vücudunda dört mermi yarasıyla cenneti âlâya uğurladık. Mübarek olsun, ruhları Şad olsun.

Şüphesiz bütün yardım hareketleri tarihte büyük etkiler bırakmıştır. İnsani yardım kuruluş ve aktivistleri, kendi zaman ve milletlerinin uygarlığında büyük rol oynamışlardır.

Fakat tarihte Mavi Marmara kadar süratle yayılan ve âlemin ahvalini değiştiren hiçbir yardım ve eylem tanımıyoruz.

Yaşananlar açıkça gösterdi ki Mavi Marmara en büyük ıslahat hareketidir ve dünya durdukça konuşulacaktır, desem sanırım haddimi aşmış olmam.

Üzerine ölü toprağı serilmiş bir topluluğu diriltti. Yeryüzünde Allah’a kulluk yapmak için zemin hazırladı. Dünyanın iyilik, güzellik ve kardeşlik kapısını açtı.

Muhammed Emin Topçuoğlu (yeğeni): Amcam yardımı çok severdi. Kim olursa olsun, ne olursa olsun her ihtiyacı olana anında yardım ederdi. Cenazesi o kadar kalabalıktı ki adeta insan seli vardı. Özdemir Sabancı’nın cenazesinde bile amcamın cenazesindeki kadar kalabalık yoktu.

Cumaziye Karabulut (Çiğdem Hanım’ın kız kardeşi): Eniştem bizim için mükemmel biriydi. Hiç kimse onun yerini dolduramaz. Kelimelerle ifade edemem. Onunla abi kardeş gibiydik biz. Ablam da eniştem de, bir şey yapılacaksa o şeyi en doğru ve güzel biçimde yapmak için çaba sarfederlerdi… Yola çıkmak için çok hevesliydiler. Eniştem, “Şu gün gelse de gitsek…” deyip duruyordu… Şehid olacağı da içine doğmuştu. Hatta yola çıkarken “Dünya şampiyonu oldum, şimdi de ahret şampiyonu olacağım.” demişti. Hepimiz çok üzgünüz, ama Allah sabrını veriyor bir şekilde. Ablam güçlüdür. Yanlış bir şey yapmadıkları için kalben rahatlar. İsrail’in bu kadar ileri gideceğini hiç düşünemedik. İnanamadık olanlara. Yanlış yapanlar düşünsün. Kim ne ekerse onu biçer; Rabbim er ya da geç verecek onların cezasını.

Topçuoğlu ailesinin kapı komşusu Cihangir Pakdil de eşiyle beraber Mavi Marmara’daydı. Bir “merhaba” demek ve gemiden bir-iki anı dinleme niyetiyle başlayan sohbetimiz farkına bile varmadan uzun bir söyleşiye dönüyor.

Filoya katılma kararını nasıl verdiniz?

İlk Gazze’ye yardım filosu Adana’ya geldiği zaman, karşılama ekibindeydim. Orada Hollandalı ve Belçikalı bir grupla karşılaştık. Tercüman vasıtasıyla hangi inanca sahip olduklarını sordum, çok ilginçtir ki hiçbir inanca sahip olmadıklarını söylediler. Ben Müslüman olarak oradaki kardeşlerime yardım etmeyi o ana kadar düşünememiştim. Ama Belçika ve Hollanda’dan hiçbir dine mensup olmayan insanlar sadece ve sadece Filistinlilere yapılan zulmü bildikleri için insani amaçlarla, oradakilere yardım götürmek için aralarında para toplayıp bir ambulans ve minibüs alarak, içine de tıbbi malzeme doldurarak ta oralardan yola çıkmışlardı. Bu da beni çok etkilemişti…

Bunun üzerine ben de şehidimiz Çetin Hocamızla beraber, şoför olarak karayolu filosuna katıldım… Kısacası, oraya gidip kendi gözlerimizle Gazzelilerin durumunu gördüğümüz ve o tadı da aldığımız için eşimle beraber bu gemiyle de gitmeye karar verdik.

Nasıl bir tat?

Valla bu tadı yaşamak lazım, anlatması çok zor… Gecenin bir yarısında Refah sınır kapısından Gazze’ye girdiğimizde, oradaki insanlar, bir bayram yeriymiş gibi kırk iki kilometrelik yol boyunca aralıksız bir şekilde dizilmiş olarak bizleri bekliyorlardı. Sanki arabalarımızı sırtlarında taşıyacak kadar heyecanlı ve sevinçliydiler… Gazze’ye onların eşliğinde girdik, inanılmaz bir manzaraydı.

Oradaki insanların yaşantılarını ve ihtiyaçlarını gördüğümüz için de bu seneki Gazze filosunun duyurusu yapılır yapılmaz hanımlarımızla beraber hemen gönüllü olarak müracaat ettik. Allah o altı yüz kişinin içinde olmayı nasib etti. Bu, Allah’ın bir lütfuydu bize.

Neden?

Kura çekiliyordu çünkü. Kuradan öte, düşünün ki binlerce insan müracaat etti. Oraya gidebilmek için yirmi-otuz bin lira para yardımı yapıp “Ben de gitmek istiyorum!” diyen insanlar olduğuna şahit oldum.

Üniversiteden tanıdığım Bursalı bir arkadaşım bana “Sen daha önce gittin, ne olur bana yardımcı ol. İstedikleri kadar para vereyim, ben de gideyim.” dedi ama gidemedi.

D.Y: Turistik geziye bile bu kadar istek olmaz…

Tabii ki… Şu an yine böyle bir organizasyon olsa, bu kadar meşakkatli bir yolculuk olmasına ve sonunda neyle karşılaşabileceklerini bilmelerine rağmen, sadece kendi ailemin içinden bile, bir gemiyi dolduracak sayıda oraya gitmeye can atan insanın listesini verebilirim İHH’ya.

Dönüşünüzde bu yolculuğa çıktığınız için eleştirenler oldu mu?

Geminin dönüşü bir milat oldu. Önceden oraya gitmemizi eleştiren insanların düşünceleri İsrail’in operasyonundan sonra tamamen değişti. Çok farklı siyâsî görüşlerden insanlar en azından Gazze’deki durumu öğrenmiş oldular. Ama tabii bizim basınımızın yanlış yönlendirmeleriyle farklı düşünenler de olmadı değil. Biz onlara, “Allah hidayet versin” den başka bir şey demiyoruz.

Eleştiriyle karşılaştığınızda ne cevap veriyorsunuz?

İnsanlar kulaktan dolma ve çarpıtılmış bilgilerin yönlendirmesiyle düşündükleri zaman, yargılayıcı ve eleştirel olabiliyorlar. Biz de daha önceleri, İsrail’in Gazze’ye yaptığı zulmü sadece televizyonlardan izliyorduk. Ama insan gözleriyle görmeyince tam olarak anlayamıyor. Onun için onları da anlıyorum. Ama biz birinci ağızdan orada gördüklerimizi anlatınca görüşleri değişiyor.

Bütün anlattıklarınıza rağmen ‘Türkiye’de yardım götürecek insan kalmadı da oraya mı gittiniz’ diyenlere ne diyorsunuz peki?

Onlara öncelikle, İHH’nın dini ne olursa olsun dünyanın her yerine yardım götürdüğünü anlatıyoruz. Sonuçta biz yardım gönüllüsüyüz.

En yaman eleştirilerden biri de bile bile ölüme gittiğiniz, hatta “İslami cihad” niyetiyle savaş çıkarmak amacında olduğunuz?

İnsan böyle şeyler olacağını bilse hanımını, çocuğunu götürür mü oraya. Aramızda bir yaşında çocuk vardı. On üç-on dört yaşında kızını götüren insanlar vardı…

D.Y: “Bunlar militandı ve kasıtlı olarak önceden ayarlanmış insanlardı,” diyorlar.

Bizim yaşımız sonuçta elli beş, fiziki olarak da böyle bir şeye uygun değiliz.

Herkesin şunu anlaması gerekir ki bizim amacımız sadece ve sadece insani yardımdı.

Otuz iki milletten insanın bir araya gelip, tek bir amaç için gitmesinin başka ne gayesi olabilir? İçimizde yetmiş yaşında papaz vardı, Yahudi vardı, hiçbir dinden olmayanlar vardı. Gelen yabancıların çoğu Müslüman değildi yani.

Müslüman olanlar İslam ülkelerinden gelenlerdi ve birçoğu namaz da kılmıyordu.

Ama namaz kılanlar da epey fazlaymış. Namaz kılmayanlar üzerlerinde bir baskı hissetmemişler midir sizce?

Kimse kimseye ibadet konusunda baskı yapmadı. Herkes çok rahattı. Hatta papazımız bizimle beraber iki rekât namaz kıldığı zaman, Ramazan Kayhan hocamız ona “Ya sen papazsın, niye bizimle namaza duruyorsun?” diye sorduğunda “Allah’ımız bir ya!’’ cevabını hiç unutmam.

D.Y: Saldırı anı…

Saldırı olduğunda güvertede, kaptan köşkünün yanındaydık biz. Adanalı olmamız dolayısıyla hep beraberdik. O gün operasyon yapılacağını tahmin ediyorduk ama bu şekilde yapacaklarını düşünmüyorduk. Gemimizin önüne geçerler, bizi engelleyip Gazze’ye yollamamak için ellerinden geleni yaparlar diye düşünüyorduk.

Yatsı namazından sonra beklemeye başladık. Hiç uyumadık.

Sabah namazına kadar güvertede kaptan köşkünün yanındaydık. Orası, saldırı anını ve geminin tamamını gören bir yerdi.

Çetin Hoca, “Cihangir, ben sabah namazını tek başıma kıldım, bunların ne yapacağı belli olmaz, sen de namazını kıl.” dedi bana.

Zaten gece on ikiden sonra taciz etmeye başlamışlardı. Helikopterler üzerimizden geçiyordu, üzerimize lazerler tutuyorlardı, ışıklarını görüyorduk.

Ben sabah namazını kıldıktan üç-beş dakika sonra, saat dört onbeş falandı, birden Zodyakların hızla üzerimize geldiğini gördüm.

Diğer arkadaşlar geminin arka tarafında toplu namazdaydı…

On iki-on üç hücumbot, iki savaş gemisi ve iki helikopterle gemiyi kuşatıp üzerimize gaz, sis ve ses bombası atmaya başladılar…

Geminin içi bir anda savaş alanına döndü…

İnsanlar namazlarını bozmak zorunda kaldı.

Arka tarafta namaz kılan o üç yüz kişinin hep beraber ayağa kalkması Zodyaklardaki askerleri şaşırttı.

O kadar insanı birden karşılarında görünce aptallaştılar.

Askerlerin gemimize attıkları kancaları arkadaşlarımız boşalttılar. Böyle olunca da botlardan çıkartma yapamadılar.

Bunun üzerine, hemen helikopterleri devreye soktular. Geminin en üstünden indirme yapmaya başladılar.

Yirmi kadar arkadaşımız da oraya çıkmıştı ve onlar helikopterden ip sarkıtarak gemimize inmeye çalışan İsrail askerlerini, o ipi sallayarak düşürdüler.

Üç tane askeri de esir aldılar. Dört-beş tanesi de kendini denize attı.

Biz her şeyi aşağı kattan görüyorduk. O üç askeri aşağı indirdik. Tabii inerken de kafalarına üç-beş tane sopa yemişler, bunu da açık ve net söyleyeyim.

Silah kullanıldı mı hiç?

Hiç kimsede silah yoktu; bu kadar vahşi bir saldırı yapabileceklerini düşünmediğimiz için hazırlıklı değildik.

Sadece, üç beş arkadaşın elinde sapan, birkaç tanesinde de sopa vardı… Seni öldürmeye geliyorlar, otomatik silahla ateş ediyorlar ve senin elinde kendini savunabileceğin hiçbir şey yok…

Ayrıca, Antalya’dan çıkarken bize taahhütname imzalatmışlardı. Kesinlikle yanınızda yarıcı, kesici bir şey olmayacak diye…

Sonuçta sınır kapısındaki x-ray cihazlarından geçiyorsun. İsrail televizyonunda silah diye gösterdikleri, mutfaktaki üç beş tane bıçak ve küçücük üç beş tane çakıydı. Benim şu kadarcık (parmağıyla gösteriyor) bir çakım vardı, onu bile silah diye gösterdiler.

Yani şu kadarcık, bir eşi de burda var. Göstersem “Bu muymuş?” diye gülersiniz.

Sopaları bile silah diye gösterdiler; bir gemide sopa olmaz mı hiç ya…

BM Raporu/Maade 88. Antalya Limanı’nda Mavi Marmara etrafında sıkı güvenlik tedbirleri alınarak gemiye alınan her şey kontrol edilmiştir. Hem yolcular hem de bavulları havaalanlarındaki kontrollere benzer bir kontrolden geçirilmiş, yolcuların üstleri de aranmıştır. Açık denizde Challenger 1’den Mavi Marmara’ya transfer edilen yolcular da aynı güvenlik kontrollerine tabii tutulmuşlardır.

Esir aldığınız askerlerin silahları vardı ama…

Askerleri indirdikten sonra üzerlerindeki savaş donanımlarını çıkardık, silahlarını da aldıktan sonra, içimizde heyecana kapılıp o silahları kullanacak insanlar olabilir, diye silahların tamamını denize attık…

Bir askerin üstündeki silahların ve diğer askerin üzerindeki teçhizatın tamamını ben bizzat kendi ellerimle attım denize.

Plastik mermi miydi kullandıkları?

İlk başta evet, ama daha sonra gemiyi ele geçiremeyeceklerini anlayınca birinci helikopteri geri çekip ikinci helikopterden ve Zodyak botlardan otomatik silahlarla taramaya başladılar.

Merminin biri yanağımı sıyırdı. Yüzüm kanamaya başladı. Hatta Çiğdem Abla yaralandığımı görüp beni aşağı götürdü. Gönüllü doktorlar vardı aşağıda.

Oradaki üç-beş yaralının durumunun ağır olduğunu görünce, “Benim yaram hafif, onlarla ilgilensinler.” diyerek yukarı çıktım tekrar.

Sizin yanınızda vurulan oldu mu?

Benim yanımda, Adana’dan beraber gittiğimiz Suat diye bir kardeşim vardı; onunla beraber yukarı bakarken bir anda göğsümde kırmızı bir ışık gördüm ve kendimi yere attım.

Bir de baktım ki Suat’ın ayağı paramparça…

Onu alıp aşağı indirdim. Aşağı indiğimde, yaralılardan birine doktor elektroşok veriyordu. Baktı alet çalışmıyor, kaldırdı attı, eliyle kalp masajı yapmaya başladı. Daha sonra diğer doktor geldi ve elektroşok aletini çalıştırdı. Tekrar aletle denediler ama hiçbir şey fayda etmedi.

Herhalde İzmirli Cengiz (Songür) Ağabeydi…

Çetin Topçuoğlu’nun vuruluşuna da gördünüz mü?

Yaralı bir arkadaşı aşağı indirirken, Çetin Abi ile Cengiz’in (Akyüz) bir sopayla yukarı çıktıklarını gördüm. Bana, “Yukarıyı, kaptan köşkünü kaç kişi ele geçirmiştir.” diye sordular. Ben de “Beş-altı kişidir.” dedim.

Yaralı arkadaş olmasaydı ben de onlarla çıkacaktım.

Yaralıyı indirip, tekrar yukarı çıktığımda ise “Kimse hiçbir müdahalede bulunmasın, herkes salona insin.” diye bir anons duyuldu…

Salona indiğimde, baktım Çetin Abi de Cengiz Abi de şehit olmuşlar…

Onlarla konuşmamla şehit olduklarını görmemin arasında bir dakika ya geçti ya geçmedi…

Şehitlerimizin başında durdum bir süre ve Kur’an okudum…

Hiç unutmam, ben Çetin Abimin yanında ağlarken, Çiğdem Abla geldi ve “Bak Cihangir, şimdi burada ağla ağlayabildiğin kadar; ama İsrailli askerler gelince gözünde tek bir damla yaş görürsem hakkımı helal etmem.” dedi…

Daha sonra da “Burada yapabileceğimiz başka bir şey yok.” diyerek gitti ve diğer yaralılarla ilgilendi.

Şehitlerimizin hepsinin ailesinde böyle büyük bir metanet var.

Herkes sükûnetle karşıladı ve herkes arkasından duasını okudu.

Bu sükûnet normal mi sizce? Nasıl bir psikoloji bu?

Şöyle söyleyeyim: Benim hanımım korkak bir insandır. Çok da duygusaldır. En ufak bir şeyde, mesela bir şiirde ya da acıklı bir filmde hemen ağlar.

Ama saldırı sırasında ve sonrasında hiçbir şekilde gözyaşı dökmedi ve korkmadı.

Saat sabahın beşinden akşama kadar üzerimize tuzlu soğuk suyu püskürtmelerine rağmen, kimsede zerre kadar ne bir korku ne yardım isteme ne de zillete düşme vardı…

Üstelik orada bulunan otuz iki milletten insanın tamamında aynı sükûnet vardı…

Sanki Cenab-ı Allah hepimizin üstüne bir sükûnet perdesi örttü ve korkaklığı aldı üzerimizden…

O kadar ölü ve yaralı olmasına rağmen, yaşlısıyla genciyle hiç kimsede hiçbir şekilde ağlama, sızlama, bağırma, çağırma, isyankârlık olmadı…

Kendi Hanımım da, o kadar korkaktır ama İsrail askerlerinin karşısında ellerinde kelepçeleriyle dimdik duruyordu! Hatta “Bundan sonra çocuklarımızla, torunlarımızla gideceğiz.” diyor.

Başka ilginç bir olayı da anlatayım: Yabancı bir bayan, askerlerden bir bardak su istedi. Biz kendisi için istiyor zannettik. Hâlbuki o, bir bardak suyu elli kişiye dolaştırdı.

Daha da ilginci, kimse o suyu içmiyor, birbirine ikram ediyordu. Bayanın kendisi de içmedi.

İngilizce bir şeyler söyledi ve en sonunda biraz da bağırarak, iki üç litrelik suyu dağıtma iznini aldı. Herkese de, “İçin, burada yüz kişiye yetecek kadar su var.” dedi.

İnsanlar birer yudumla dudaklarını ıslatarak, o suyu yüz kişiye dolaştırdılar.

Yaşlı insanlar bile dimdik durdu yahu.

Hiçbiri de “Ben yaşlıyım, yatmak istiyorum.” demedi.

Kelepçeleriyle dimdik yürüdüler.

D.Y: Rachel Corrie gemisindekiler İsrail askerleri geldiğinde yere yatmışlar. İsrailliler de dünya basınına ‘Gördüğünüz gibi, uysal olanlara hiçbir şey yapmıyoruz,’ mesajı verdiler. ‘Biz de onlar gibi direnmeden yere yatsaydık belki de bu katliam olmazdı.’ diye düşündünüz mü hiç?

Onların amacının katliam olduğu her şeyiyle belliydi.

Bakın ben size şöyle söyleyeyim: İki tane büyük savaş gemileri vardı. Bizimki normal bir yolcu gemisiydi. İsteselerdi o iki savaş gemisini önümüze çekerlerdi ve bizim gemiyi rahatlıkla etkisiz hale getirebilirlerdi.

Ayrıca, o kadar komandonun olduğu bir yerde, bir tanesi denize girip geminin çarkına zincir dolasa bizim gemimiz hiçbir yere kıpırdayamazdı.

Gemiye katliam amaçlı indiklerini işaret eden başka gözlemleriniz var mı?

Ele geçirdiğim askerin üstünden, kendi ellerimle ikiye katlanmış katalog gibi bir liste çıkardım. İçinde yirmiye yakın insanın resmi vardı. Ve bunlar hep kafa insanlardı. İHH’nın başkanı, başkan yardımcısı, diğer teşkilatların başkanları, Mescid-i Aksa’nın imamı.

Hatta bir abimizi (İbrahim Bilgen‘i kastediyor D.Y) sırf Raul Salah’a benzettikleri için öldürdüler, sonra da sevinç naraları attılar.

Eğer gemiyi rahatça ele geçirmiş ve uydu yayınımızın ikincisini kesmiş olsalardı, bu katliamı yapıp “İşte bu kadar kişi bize karşı koydu biz de öldürdük.” diyeceklerine kesinlikle eminim.

Ama gemiye nasıl çıktıları ve yaptıkları baskın, beş-altı dakika boyunca tüm dünya tarafından görününce, vazgeçtiler sanırım.

Amaçları katliam yapmak olmasaydı anons yapar, “Kimse karşı koymasın, biz gemiye çıkarma yapacağız.” derlerdi.

Böyle bir şey yapmadıkları gibi, bir arkadaşımız, “Ben beyaz gömleğimi çıkardım, salladım, o halde bile ateş ettiler.” dedi.

BM Raporu, Madde 97. İsrail istihbarat birimleri filoda yer alan gemiler ve özel yolcularla ilgili ileri teşhis ve gözetleme çalışmaları yapmıştır. Mavi Marmara’da yolcular tarafından ele geçirilen askerlerin birinin üzerinden çıkan bir kitapçık, söz konusu istihbarat çalışmalarına işaret etmektedir. Üzeri plastikle kaplanmış olan bu kitapçıkta altı geminin her birinin fotoğraflarının yanı sıra üst düzey bazı özel yolcuların isimleriyle beraber fotoğrafları da yer almaktadır.

Gemi yolcularından bir kadın, bu kitapçıktaki fotoğrafının filonun hareketinden sadece birkaç gün önce çekilmiş olduğunu bildirmiştir.

Savunma Bakanı Ehud Barak’ın Turkel Komisyonu’na verdiği ifadede de filo çalışmalarının hazırlık aşamasından itibaren izlendiği teyit edilmiştir. Barak söz konusu ifadesinde “filo yolcuları arasında İsrail kuvvetlerine zarar vermeye çalışacak terör unsurlarının mevcut bulunup bulunmadığını tespit maksadıyla filoyu örgütleyenlerle ilgili istihbarat çalışmalarına devam etme” yolunda özel talimatların verildiğini söylemiştir.

Olayın bizim medyamızdaki yansımaları nasıldı sizce?

Geldiğimizde, yani ilk günlerde, hava tamamen olumluydu. Daha sonra, sanki bir yerden bir düğmeye basıldı ve bazı medya gruplarında farklı şeyler çıkmaya başladı.

İsrail’in savunmaya geçmesiyle beraber ağız değiştirmeye başladılar.

Ya Türkiye’nin tutumu nasıldı?

Biz orada tutukluyken Türk konsolosluğundan gelen bayan görevli “Türkiye’de yer yerinden oynuyor.” dedi. Ondan sonra da, İsraillilerin davranışlarından, Türkiye’nin bizi yalnız bırakmadığını ve olaya el koyduğunu öğrendik. Türk kamuoyu ve devleti arkamızda olmasaydı orada uzun süre kalırdık herhalde.

Fethullah Gülen’in eleştirisinden nasıl etkilendiniz? Fazla önemsemesem de üzüldüm. Hatta gazetelerine abone olan bazı arkadaşlar da aboneliklerini keserek sıkıntılarını belli ettiler.

Ben şunu da düşündüm: Amerika’da o kadar imtiyazla donatılarak yaşayan bir insanın farklı bir söylemde bulunması pek beklenemezdi. Sonuçta İsrail lobisinin Amerika’da ne kadar güçlü olduğunu hepimiz biliyoruz.

Otoriteyi tanımak lazımmış… Hangi otoriteyi tanıyacaksın?… Allah onlara da hidayet verir inşallah. Valla kamuoyunda çok puan kaybetti bu konuda. İncindik. Tam dokuz şehit vermişiz, o şehitlerin aileleri var. Hiç ağzını açmasaymış daha iyiymiş. Her şeye bir şey söylemek zorunda da değil. En azından bunu söyleyeyim. Demek ki söylettiler. Bu kadar ayrıcalığın bir faturası olsa gerek herhalde. Üzüldüm… Ama garipsemedim… İnşallah geç de olsa hatasını düzeltir ve insanların gönlünü alır. Kul hakkı var bunda. Bu kadar şehidin kanı üzerine böyle bir şey söylemesi hiç hoş değil…

Geriye dönüp de ‘keşke’ dediğiniz, pişmanlık duyduğunuz bir şey var mı?

Hiçbirimiz oraya ölmek ya da yaralanmak için gitmemiştik. Ama Allah böyle bir takdir gösterince de ona razı olduk… Ve inanın ki bu şehitler Türkiye’mize bereket getirdi…

Nasıl yani?

İnsanların uyanışına sebep oldular. Çok farklı kesimlerden insanlar gelip “Bir dahaki gemi ne zaman, biz de gitmek istiyoruz.” diyorlar. Birbirleriyle konuşmayan cemaatler, şehitlerimizin vesilesiyle bir araya geldiler. Ve biz şehidimizi, hiç kimseye nasip olmayan bir kalabalıkla uğurladık. Düşünsenize, sanki şehitlerin dizilişi bile bir mesajdı…

Nasıl bir mesaj?

Sanki Cenab-ı Allah, insanlarının uyanışına vesile olsun, dirliği ve birliği hatırlatsın diye her bölgeye bir şehit düşürmüş… Mesela biz Adana’dan yedi kişiydik ve aynı yerdeydik ama sadece birimize nasip oldu şehitlik. Yani Allah isteseydi, şehitlerin çoğu aynı bölgeden olurdu… Mavi Marmara’ya düşen ateş Anadolu’nun her bir yanına dağıldı… İzmir, İstanbul, Adana, Siirt, Diyarbakır, Kayseri, İskenderun, Adıyaman… Düşünün bir…

Çetin Topçuoğlu’nun Otopsi Raporu:

  1. Karnın sağ alt bölümünde 1 Adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir. Buradan giren mermi leğen kemiğini kırarak belinden vücudu terk etmiştir.
  2. Belin sağ arka bölgesinde 1 adet mermi çıkış yarası tespit edilmiştir.
  3. Kafatasının sağ yanında 1 adet mermi girişi tespit edilmiştir. Buradan giren mermi kafatasını parçalayarak ensenin sağ tarafından çıkmıştır. Bu mermi tekrar sağ omuz arkasından girerek kaburga kemiklerini kırarak sağ akciğeri parçalayarak daha sonra sağ böbreğine girdiği ve burada kaldığı tespit edilmiştir.
  4. Ensenin sağ tarafında 1 adet mermi çıkış yarası tespit edilmiştir.
  5. Sağ omuzun arkasında 1 adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir.
  6. Sol kalçanın üst tarafında 1 adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir. Buradan giren mermi yine kalçasının içerisinde kalmıştır.
  7. Vücuduna 3 adet merminin isabet ettiği, kafatasının sağ yanından giren mermiyle sağ omuz arkasından giren merminin öldürücü nitelikte olduğu tespit edilmiştir. Vücudundan 2 adet mermi çekirdeği çıkarılmıştır.
  8. Rapora göre kişinin ölümü ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı kafatası, kaburga, leğen kemik kırıklarıyla birlikte beyin kanaması beyin doku harabiyeti ve iç organ yaralanması sonucu meydana gelen iç kanama nedeniyle gerçekleşmiştir.

Bir yıl sonra…

Nasılsınız Çiğdem Hanım?

Elhamdülillah iyiyiz. Günlük yaşamın dalgalanması ile günlerimiz geçiyor.

Olaydan bu yana geçen süre içinde hayatınızda olumlu ya da olumsuz ne gibi değişiklikler oldu?

Nasreddin Hoca’nın dediği gibi; damdan düşenin hâlini ancak damdan düşen anlar. Otuz yıllık bir parçanızı sizden bir defada söküp alıyorlar; her nereye baksanız onu görüp hissediyorsunuz ama gözünüzü açtığınızda, artık fiilen yanı başınızda olmayacak parçanızın hatıralarınızı süsleyecek bir anı olarak kaldığını görüp korkunç bir boşluk yaşıyorsunuz…
Yine de yaşam ve sorumluluklarınız bir şekilde ve her şeye rağmen devam ediyor.

Spor da bunlardan biri… Yirminci kez Türkiye şampiyonu oldum. Daha önce Avrupa şampiyonluğum ve Dünya Birinciliğim vardı.

Şu anda da Allah nasip ederse Avrupa Şampiyonasına hazırlanıyorum. Daha sonra da nasipte var ise Dünya Şampiyonasına gideceğim.

Mavi Marmara’da gelinen nokta, örneğin hâlâ davanın açılmamış olması ile ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Bu konularda “şimdilik” sadece susmayı tercih ediyorum.

Yeni gidecek olan filoya katılacak mısınız?

Nasip… Zaman ne gösterir bilemiyorum. Ama bizim Mavi Marmara’dan hiç inmediğimizi söyleyebilirim.

İki yıl sonra…

Çiğdem Topçuoğlu: Eşimi kaybettiğimden bu yana 2 yıl geçti. Çok acı günler yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Sadece içeri ve dışarıdaki olaylar ile ilgilenmeye başladığımızda farklılıklarla karşı karşıya kalıyoruz. Bizlerin yapması ya da yapılması gerekenler var. Herkes kendini bir kefeye koymalı. ‘Bugüne kadar neler yapıldı ve neler yapılamadı?’ (Basından)

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın