Bölüm

Palmer krizi ve içten sesler korosu

Sanki birisi düğmeye basmış ve
‘Ya şimdi ya hiç!’ diyerek Mavi Marmara yolcularına ve şehitlerine
karşı saldırıya geçmelerini emretmişti onlara.”

Eylül ayı gelmişti ve ben, MALAM’ın (İsrail’in İstihbarat, Terör ve Enformasyon Merkezi) karapropagandalarına alet olan medyatik şahsiyetler için bir sene önce sorduğum soruları tekrar mırıldanır olmuştum. Döne döne ve yavaş yavaş ilerleyen epik bir senaryonun içindeydik sanki…

Filmin başından itibaren aynı replikleri söyleyen aktörler, ezberlerindeki cümleleri bu sefer daha da vurgulu ve ateşli bir şekilde tekrarlıyordu…

Filmin başında karşı tarafta, yani “yetmese de evet” diyebileceğimiz şekilde Mavi Marmara’nın yanında olan, daha doğrusu öyle sandığımız aktörlerse birden bire öte tarafa geçmişlerdi…

O kadar ki; ilk baştaki koroyla beraber, ama onlardan daha hevesli, hatta daha da yırtıcı bir biçimde İsrail’in tezlerine hak veriyor, asıl suçlunun Mavi Marmara yolcuları olduğunu ilan ediyorlardı neredeyse; o hâle gelmişlerdi…

Başınız döndü değil mi? Nasıl dönmesin ki!.. Merak etmeyin, ne sizde okuma ya da algılama zorluğu var ne de bende ifade yetersizliği… Sadece Kafka’nınkileri aratmayacak nitelikte karışık ve karanlık bir hikâyenin içindeydik.

Medyadaki eski koroya hiç ummadığımız yenilerinin de katılmasını sağlayan şey, BM Genel Sekreteri tarafından atanan dört kişinin hazırladığı ve resmen yayımlanmadan önce (1 Eylül’de) New York Times’a sızan Palmer/Uri raporuydu.

Adeta “Ben İsrail’in güdümünde hazırlandım!” diye bağıran rapor, hem İsrail’in işlediği suçları örtbas etmeye çalışıyor, hem de BM Genel Kurulu’nun gayri meşru bulduğu Gazze ablukasını, İsrail’in güvenliğini ilgilendiren sebeplerden dolayı, meşru ilan ediyordu.

Hani biraz daha zorlasalarmış, “Türkiye, Mavi Marmara’nın yola çıkmasına izin verdiği için, gemi yolcuları da İsrail askerlerini kendilerini öldürmek zorunda bıraktığı için özür dilemelidir.” kararına varacaklarmış…

Gerçi onların eksik bıraktığı bu cümleler, bizim “Hükümete vur da ne olursa olsun.” zihniyetindeki siyasetçilerimiz ve MALAM’dan daha gayretkeş medya şahsiyetleri tarafından tamamlandı ya, neyse…

Raporun medyaya sızmasının ardından (2 Eylül günü) Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Türkiye’nin “B Planı”nı ilan etti.

Beş maddeden oluşan B Planı’nda şunlar deniyordu:

1. Türk-İsrail diplomatik ilişkileri “İkinci Kâtip” düzeyine indirilecektir. “İkinci Kâtip” düzeyinin üzerindeki tüm görevliler, başta Büyükelçi olmak üzere, ülkelerine geri döneceklerdir.

2. Türkiye ile İsrail arasında askeri anlaşmaların tümü askıya alınmıştır.

3. Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan devlet olarak Türkiye,
Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisi için gerekli gördüğü her türlü önlemi alacaktır.

4. Türkiye, İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ablukayı tanımamaktadır. Ablukanın Uluslararası Adalet Divanı’nda incelenmesini sağlayacaktır. Bu doğrultuda BM Genel Kurulu’nu harekete geçirmek için girişimlere başlıyoruz.

5. İsrail saldırısının Türk ve yabancı tüm mağdurlarının mahkemelerdeki hak arama girişimlerine, tarafımızdan, gereken her türlü destek verilecektir.

İsrail’in atacağı adımlara göre yumuşayacağı veya sertleşeceği vurgulanan bu plan üzerine malum koro, yanına yeni isimleri de alarak, adeta B Planı’nı çökertme ve İsrail’in tezlerine haklılık kazandırma atağına geçti. Sanki birisi düğmeye basmış ve “Ya şimdi ya hiç!” diyerek, Mavi Marmara yolcularına ve şehitlerine karşı saldırıya geçmelerini emretmişti onlara.

2010 yılının Eylül ayında yayınlanan ve İsrail’in suçunu deşifre eden BM raporunu görmezden gelen bu şahıslar, sanki hep bu anı bekliyorlarmış gibi Palmer Raporu’nun gözü pek, dili keskin avukatları kesiliverdiler. Gerçeklere takla attırarak İsrail tezlerinin savunuculuğuna koyuldular.

Onlara göre, sivil ve silahsız insanları öldüren İsrail komandoları değil de ölenler suçluydu…

Hani neredeyse, utanmasalardı “Türkiye, Mavi Marmara’da katliam yapan İsrail donanmasını suça teşvik ettiği için tazminat ödesin.” diyeceklerdi.

Tezlerine dayanak oluşturmak için de, geçen sene çiğneye çiğneye çürüttükleri “Onlar oraya şehit olmak için gittiler.” sakızını ölü eti çiğner gibi çiğnemeye başladılar.

Tüm bunları yaparken de ne önceki BM raporundan ne de Mavi Marmara’nın 36 ülkenin yardım gönüllülerinden oluşan küresel vicdan eyleminin bir parçası olduğu gerçeğinden söz ediyorlardı.

Özgür Gazze organizasyonuna katılan -kimi Mavi Marmara’da, kimi de diğer gemilerdeki- her din, dil, ırk ve görüşten yüzlerce yardım gönüllüsü ve gazetecinin tanıklığının da herhangi bir önemi yoktu onlar için.

Baskın sırasında güvertede kalarak gemiyi koruma çılgınlığına girişen Türk vatandaşlarını yerden yere vururlarken, o güvertede sadece Türklerin değil, her milletten insanın olduğu gerçeğini de es geçiyorlardı.

Mesela, Taraf Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, “Mavi Marmara’da İç Muhasebe Yaptık mı?” başlıklı yazısında şöyle bir hesap çıkarıyordu:

…Peki, biz Mavi Marmara konusunda ne kadar dürüstüz?

İsrail’in küstahlığı yüzünden, kol kırılır yen içinde kalır korkusu yüzünden, şimdi zamanı değiller yüzünden bu muhasebeyi yapmaktan daha ne kadar kaçacağız?

Bunu bir «İsrail muhibbi», AKP dış politikasına «Aman Batı ittifakını ürkütmeyelim’den kategorik olarak karşı biri, laik İsrail’i, dinci Filistinlilere tercih eden bir Kemalist dış politika analisti değil, geçen yıl gazeteye Mavi Marmara için şu satırları yazacak kadar öfkelenmiş biri yazıyor: “Bu kelimeyi pek sevmesem de Mavi Marmara şehitleri evet. Uzun süredir konfor ve hedonizme batmış insanoğlu içinden iyilik için ölmeyi göze alan kimse çıkmamıştı. Taşıdıkları çocuk parkı için ölenler şehit değilse kim şehit, bu yüzden ölenler cennete gitmeyecekse kim gidecek?”

Mavi Marmara protestolarını laiklik meselesi yapanlara inat, Mavi Marmara yolcularını karşılamak için saatlerce havalimanında beklediğimiz o gece, o dokuz ambulansın havalimanının arkasından sessizce çıkışını gördüğüm andan itibaren birinin bu muhasebeyi yapmasını bekliyorum.

O dokuz ambulans sessizce havalimanını terk ederken geminin organizatörlerinin neredeyse Gazze Fatihi muzaffer bir komutan gibi coşkulu kitleyi selamlamasını da, “Bu arkadaşlarımız şehit oldular ama Gazze Ablukası’nı da bitirdiler” pragmatizmini de unutamıyorum. Bununla hesaplaşmadan bu olayda yüzde bir milyon haksız olan İsrail karşısında efelenmeyi ise hiç içime sindiremiyorum.

Evet, İsrail gaddar bir devlet. İsrail’in güvenliği için öldürdüğü binlerce sivil bunun şahidi. Daha beş yıl önce Lübnan’da BM binasına sığınan sivilleri bombalamaktan çekinmemiş, her ay Gazze’de en az bir çocuk öldüren bir devletten bahsediyoruz. Bir askeri için savaş çıkarmış bir devletten bahsediyoruz.
Ama Mavi Marmara yola çıkarken de İsrail gaddar bir devletti.

Hadi çok gecikmiş olsa da, artık kaybettiğimiz insanları geri getiremeyecek olsa da o soruyu soralım:

İsrail’in gaddarlığı ortada iken 19 yaşındaki Furkan Doğan’ın ve diğer öldürülen sivillerin askeri helikopterleri ve taarruz botlarıyla full silahlı İsrail askerlerinin indirme yaptığı bir yardım gemisinin güvertesinde ne işleri vardı?

Mavi Marmara bir yardım gemisi. Yolcuları da tamamen silahsız, aralarında bir bebeğin bile olduğu siviller. Kadınlar, gazeteciler, din adamları. Amaç hem yardım götürmek hem de ahlaksız bir ablukaya dikkat çekmek.

Durum böyleyken göstere göstere gelen tam teşekküllü İsrail askerlerine karşı güverteyi savunmak, gemiyi teslim etmemek fikrinin mantıklı bir açıklaması var mıydı?

İsrailli komandolara karşı direnmek için gemiden demir parçalar koparıp sopa yapmak, önceden güverteyi korumak üzere gönüllüler belirleyip, İsrail’e karşı neredeyse küçük bir cihad planı hazırlamak da neyin nesiydi?

Uluslararası suyu bırakın, evinizin yatak odasına tam teçhizatlı İsrail askerlerinin havadan indirme yapacağını bilseniz, abajurunuzu kapıp yatağınızı teslim etmeme planı mı yapardınız? Böylece ailenizin geri kalanını da riske atacağınızı hiç düşünmez miydiniz?

Gemiye ilk inen üç İsrail askerini döve döve ele geçirip İsrail askerine en iyi bildikleri işi yapmaları yani gaddarca adam öldürmeleri için fırsat verenler bu ölümlerden hiç sorumlu değiller midir?

En büyük silahı haklılık ve sivillik olan bir yardım gemisinden, Gazze Ablukası’nı delecek bir firkateyn, askerî olarak en tecrübeli olanı en fazla savaş görmüş olan aktivistlerden de Arap devletlerinin dize getiremediği İsrail’i yenecek bir direniş örgütü yaratmaya çalışanlar da hesap vermeyecek mi?

Raporda Türkiye’nin ve İsrail’in hazırladığı Mavi Marmara raporlarına atıflar ve o raporların geniş özetleri var. Oradan öğreniyoruz ki Türkiye kendi raporunda Mavi Marmara baskını sırasında gemiye ilk müdahale eden üç İsrail askerinin nasıl ve neden ele geçirildiğini şöyle açıklamış:

Güvertedeki yolcular karşılarında İsrail askerlerini görünce panik yapıp kendilerini savunma güdüsüyle botlara plastik şişe, boş kutular ve sandalye fırlattılar. Gemiye ilk inen üç İsrail askerine de baskın geldiler. Ama bunu yaparken hiçbir silah kullanmadılar.

O üç İsrail askerinin plastik şişelerle, bizzat organizasyon komitesi tarafından Hürriyet’e verilen fotoğraflardaki hale getirilmeyeceği açık.

Demek ki biz de Palmer kadar dürüst değiliz gerçeğe.

Peki, 19 yaşında bir yardım gemisinde acımasız İsrail komandosunun karşısında yaralı halde yerde yatarken bıraktığımız Furkan Doğan’a karşı da mı dürüst olmayacağız?

Mavi Marmara iç muhasebe raporunu bu dünyada hazırlamazsak, öteki dünyada hangi yüzle o rapor önümüze konduğunda hesap vereceğiz?
13 Eylül 2011,Yıldıray Oğur/Taraf

Dünyadan habersiz insanların kafasını karıştırıp İsrail’in tezlerini haklı çıkarmak için yazıldığı duygusunu uyandıran bu yazıya en güzel cevap, Mavi Marmara konusunda ilk günden itibaren tutarlı ve hakkaniyetli bir tavır almış olan Habertürk yazarı Nihal Bengisu Karaca’dan geldi:

Mavi Marmara’ya ikinci hücum

MAVİ Marmara’dan Türkiye için azıcık moral üstünlük, İsrail için bolca siyâsî zafer çıkaran Palmer Raporu’nun “dürüstlüğünden” bahisle başlayan bir tartışma var. Taraf Gazetesi yazarı Yıldıray Oğur, Mavi Marmara’dan fatih edasıyla döndüğünü iddia ettiği İHH Başkanı’nı özeleştiriye davet etmekle yetinirken, Ahmet Altan topu oradan alıp daha ileri bir noktaya sürükleyerek meseleyi Başbakan’ın “sultanlığı” benimsediği, gerçeklerle bağını kopardığı noktasına kadar getirdi.

…Mavi Marmara, İHH’nın icadı değildi, “Free Gazze” girişiminin bir parçasıydı. “Free Gazze” ise “sessizce” yardım götürmekle ilgilenmiyordu.

Hem yardım götürmek, hem de Gazze ablukasının haksızlığı, vicdansızlığı konusunda dünyanın dikkatini çekmeyi ifade ediyordu.

Sonu “Vay neden bu yardım işini sessiz sedasız yürütmediniz” manasına çıkan eleştiriler, eylemi anlamamış olmakla malul.

Ayrıca, kimse o gemiye ölmek için binmiş filan da değil. Arkadaşlarını kaybetmiş, hırpalanmış insanların ağzından dökülen kırık dökük “Arkadaşlarımız şehit olmuştur” tesellisinden onların “ölüm sevici” olduğu sonucunu çıkarmak “hükümetin de buna onay verdiğini”, “bu arada elbirliğiyle ülkemizi zora soktuklarını” iddia etmek kaba ve kötücül bir manipülasyondur.

Neden unutuluyor; bu gemi, İsraillilerin yaklaştığını anlayınca rotasını Mısır’a çevirmiş ve uluslararası sularda vurulmuş bir gemi.

O anı yaşayan kişileri dinleme zahmetine katlananlar, İsrail askerlerinin karanlığın içinden zodyaklarla ve büyük bir gürültü eşliğinde güverteyi hedef alarak ateş ettiklerini biliyor.

Elbette, özeleştiri iyi bir şey, ama herkes yaptığı sürece!

İyilik yapma amacıyla yola çıkan ve hayatını kaybeden insanlar Fransız, Japon, Yunan filan olsaydı onlara da bu kadar sert ve suçlayıcı bir edayla yüklenilir miydi, benim şüphem var. Öyle bir ihtimalde, Saçmalamayın, yaptığınız katillerin yakasına yapışmak yerine, kurbanlara hesap sormak oluyor” diyenlerin tutumu, kendi canını feda etmeksizin başkalarının ölümüne “bravo capitano!” diye alkış tutan bir tıynetsizlikle özdeşleştirilir miydi, benim şüphem var.

Ayrıca merak ediyorum, hükümet Palmer Raporu sonrası bir yaptırım kalemi olarak bundan böyle Türkiye’nin Akdeniz’deki seyrüsefer haklarına sahip çıkacağını söylemeseydi ve bu durum “gaddar devlet” İsrail’i endişelendirmeseydi, böyle bir “Mavi Marmara” muhasebesine gerek görülür müydü?

Türkiye, Suriye’deki olaylarda muhaliflerin ezilmesine tavır koyarken, Baas rejiminin baskıcı tutumu karşısında taraf olurken Osmanlı sultanı gibi davranmış olmuyordu da, Gazze ablukası konusunda taraf olunca mı “Osmanlı mirasını” aşırı ciddiye alan işgüzar bir “sultan” gibi davranmış oldu?…
14 Eylül 2011, Nihal Bengisu Karaca/Habertürk

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın