Bölüm

Pensilvanya’da yeni bir tartışmanın fitili yakıldı

2004’den 2010’na gelene kadar ne olmuştur da
fikirler bu kadar savrulmuştur?

Eylül ayı yeni bir Gülen fırtınasının yaşandığı aydı. Olayın hemen ardından Zaman gazetesinde yayınladığı taziye mesajında Mavi Marmara’da hayatını kaybedenler için “Şehit olan insanlarımız.” diyen Gülen, Pensilvanya’ya çağırdığı gazetecilere bunun tam tersi açıklamalar yapıyordu.

Hoca, bu dört “şöhretli” gazeteci-yazara (Serdar Turgut, Cüneyt Özdemir, Bejan Matur ve Ferhat Boratav) yaptığı açıklamaları iki ay boyunca yayınlamama şartı koymuştu.

Ama bu görüşme medya sitelerine sızınca* Cüneyt Özdemir 28 Eylül tarihinde “Pensilvanya’da Fethullah Gülen ile Bir Gün” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Özdemir, bu yazısıyla yeni bir Gülen tartışmasını fitilini ateşledi:

Pensilvanya’da Fethullah Gülen ile Bir Gün

…Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen, Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği “şehit olmaya gidiyoruz” retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor… ABD ve İsrail’in küresel ve bölgesel gücünü ise önemsiyor. Belki zamanla sarsılabileceğini şimdi ise tartışılmaz bir askeri üstünlüğünün olduğunu vurguluyor. ABD’nin çeşitli ülkelerdeki donanmasının gücünden örnekler veriyor…’’ /28 Eylül 2010, Cüneyt Özdemir

Bu satırlar, o güne kadar sessiz kalmayı tercih eden Hakan Albayrak için bardağı taşıran damla olmuştu; Albayrak, Gülen’i oldukça sert bir dille eleştiren bu yazısıyla hem Mavi Marmara yolcularının hislerine tercüman oluyor hem de kafalarda uyanan yeni soru işaretlerine cevap veriyordu:

Hocaefendi’ye açık mektup

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, Mavi Marmara ve İHH İnsani Yardım Vakfı ile ilgili olarak Amerikan basınına verdiğiniz demeçler bizi derinden yaraladığı halde bu konuyu bağrımıza taş basarak kapatmayı tercih etmiştik. Şu veya bu saikle verdiğiniz o demeçlerin bizi ne kadar yaraladığını hesap edeceğinizi ve yaramızı deşmeyeceğinizi umuyorduk.

Geçenlerde evinizde ağırlayıp sohbet ettiğiniz gazeteci arkadaşlarımız “Fethullah Gülen bize Mavi Marmara’dakilerin ‘Şehit olmaya gidiyoruz!’ diye yola çıktıklarını, bile bile ölüme gittiklerini, onların şehit sayılamayacağını söyledi.” deyince kanımız beynimize sıçradı!

Öncelikle şunu ifade edeyim ki biz ‘bile bile ölüme’ gitmedik. “İsraillilerin yolumuza çıkmayacaklarını, yolumuza çıksalar bile önümüzü kesmekle veya bizi rotamızı değiştirmeye zorlamakla yetineceklerini, gemimize saldırmayacaklarını umuyoruz; saldırırlarsa kendimizi savunuruz ama ölümüne değil; direnişimiz sembolik olur ve İsraillilerin gemiyi ele geçirmelerini engelleyemeyeceğimizi anladığımız yerde biter” diyerek gittik.

Aklımızdan “İşin ucunda ölüm de olabilir.” diye geçirdik tabii, fakat bu ihtimali göz önünde tutarak gitmekle ‘bile bile ölüme gitmek’ aynı şey değil. Velev ki “Şehit olmaya gidiyoruz.” diyerek gitmiş olalım; Gazzeli kardeşlerimizin mustarip olduğu korkunç ambargoyu yarmak niyetiyle yola çıkan, Allah yolunda mazlumların imdadına koşarken öldürülen dokuz arkadaşımızın “şehit sayılamayacağına” nasıl hükmedebiliyorsunuz?

Ashab-ı Kiram’dan Amr Bin Cemûh (radyallahu anh), Uhud’a, “Allâh’ım! Bana şehidlik nasîb et! Beni mahrum ve me’yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!” diye dua ederek gitmemiş miydi? Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem), Uhud’da katledilen bu zâtı “cennette gördüğüne” yemin etmemiş miydi?

3 Haziran günü Mavi Marmara şehitleri için yayınladığınız taziye mesajında demiştiniz ki: “Filistin’de yaşanan bu drama son verebilmek beklentisiyle yola çıkan, uğradıkları müessif saldırıda hayatlarını kaybederek ŞEHİT olan insanlarımıza Allah’tan rahmet diler, başta aileleri olmak üzere, milletimize ve bütün insanlığa taziyelerimi bildiririm.”

Bu mesajınızı tekzip mi ediyorsunuz?

Yoksa “3 Haziran’da şehittiler ama şimdi değiller” mi diyorsunuz? Arkadaşlarımız, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin de kabul ettiği ve dikkat çektiği gibi “tamamen gereksiz bir müdahale”de ve “taammüden” öldürüldüler.

Mezkûr konsey, uluslararası hukuka atıfta bulunarak, İsrail’in Gazze üzerindeki ‘abluka otoritesi’nin yasa dışı olduğuna da dikkat çekiyor.

Dünya bunları tartışırken sizin durduk yerde şehitlik tartışması başlatmanızı, şehit arkadaşlarımızın aziz hatıralarına durduk yerde gölge düşürmeye çalışmanızı, onların ailelerini ve bütün Mavi Marmara camiasını durduk yerde incitmenizi nasıl izah edeceğiz?

Bizimle niye uğraşıyorsunuz Hocam? Bizimle uğraşmakta niçin ısrar ediyorsunuz? Ne adına, kimlerin hatırına? Zât-ı âliniz ve cemaatiniz ile aramızdaki gönül bağını zedelememek için bizim gösterdiğimiz hassasiyeti siz neden göstermiyorsunuz? HİZMET’e hürmet ve muhabbetimiz elbette baki; fakat Ümmet-i Muhammed’in ve bütün insanlığın kanayan vicdanını temsil eden Mavi Marmara aleyhindeki anlaşılmaz tutumunuzdan ötürü teessüflerimizi bildiririz, vesselam. 5 Ekim 2010, Hakan Albayrak-Yeni Şafak

Bu yazı yayınlanır yayınlanmaz, Erkam Tufan Aytav aynı günün öğle vakti, Haber7 sitesinde “Aslında Hoca şöyle demişti…” türünden bir düzeltme yazısı yayınladı. Hakan Albayrak’da ertesi günkü köşesinde bu tekzipvari yazıya cevap verdi:

Erkam’ın tekzibi

Aziz dostum Erkam Tufan Aytav telefon açtı, dünkü yazımdaki iddianın doğru olmadığını söyledi. Özetle dedi ki: ‘Hocaefendi ile o görüşmede Ferhat Boratav, Cüneyt Özdemir, Bejan Matur ve Serdar Turgut’un yanında ben de vardım. Mavi Marmara’dakilerin şehit sayılamayacağını kesinlikle söylemedi. O günlerde yayınladığı taziye mesajında şehit demişken şimdi böyle bir şey söyleyebileceğini nasıl düşünebilirsin? Bir yanlış anlaşılma sözkonusu. Başka bir bağlamda konuşurken söylediği şeyler yanlışlıkla oraya çekilmiş.’

Erkam’ın Haber 7’deki “Sevgili Hakan Albayrak’a Açık Mektup” başlıklı yazısından da bir alıntı yapayım:

“Mavi Marmara olayı Serdar Turgut’un sorusu üzerine gündeme geldi. Fethullah Gülen’in bu konudaki çıkışının isabetini dile getirdi. Sayın Gülen de inandığımı söyledim deyip konuyu orada bitirdi, daha fazla uzatmadı. Arkasından Serdar Turgut İHH’nın ABD kongresinde terörist örgüt olarak kabul edilmesinin söz konusu olduğunu ve bu konuda ne düşündüğünü sordu. Sayın Gülen de çok kısa olarak ‘maalesef öyleymiş ben de duydum’ diyerek üzüntülerini ifade etti. Daha sonra sohbet bizlerin soruları üzerine başka konulara doğru aktı. Terör konusuna girildi. Sayın Gülen bir ABD’li akademisyenin kendisine terörizm konusunda dininiz de buna zemin hazırlıyor şeklinde ifadede bulunduğunu buna karşı kendisinin cevaben; terörizme İslam’ın cevaz vermediğini, bir insanın bu şekilde bilerek ölüme gitmesinin bırakın cenneti doğrudan cehenneme götüreceğini söylediğini ifade etti. Tabii bu cümleyi aklımda kaldığı kadarı ile mealen aktarıyorum…”

Erkam’ın şahitliği benim için muteberdir, fakat CNN Türk’teki 5N1K programında kendisine böyle bir söz isnat edilen Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 8 gündür niye tekzip mesajı yayınlamadığını –sevgili
Erkam’ın da bu açıklamayı yapmak için neden 8 gün beklediğini- sormak durumundayım.

Cüneyt Özdemir, www.dipnot.tv’de yer alan “Pensilvanya’da Fethullah Gülen İle Bir Gün” başlıklı yazısının bir yerinde, “cemaatin önde gelen isimlerinden biri”nin, kendisine, “Hocaefendi senin yayınları takip ediyor” dediğini aktarıyor; madem Hocaefendi 5N1K’yı takip ediyor, öyleyse o sözleri duyar duymaz tekzip derdine düşmesi gerekmez miydi?

Şu cümleler de Cüneyt Özdemir’in yazısından: Fethullah Gülen, Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği ‘şehit olmaya gidiyoruz’ retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.” Bu yazı sadece www.dipnot.tv’de değil, Fethullah Gülen Web Sitesi’nde de var. Hocaefendi’ye yakın kimselerin hazırladığı ve onların tasvip ettikleri yazıların yer aldığı bir siteden söz ediyorum. Yukarıdaki ifadeleri tekzip etmek şöyle dursun, Cüneyt Özdemir’in yazısını olduğu gibi –hiçbir şerh düşmeden- siteye koymuşlar. Ben o siteyi (de) referans aldım. Demek ki almamam gerekirmiş.

Hülasa: Ortada büyük bir karışıklığın olduğu anlaşılıyor. Bu karışıklıkta hataya düştüğümü kabul ediyorum; Hocaefendi’ye Açık Mekup’ta “Şayet bunu gerçekten söylediyseniz…” ve “Bilgi yanlışsa niçin tekzip etmiyorsunuz?” gibi ifadeler kullanmalı, kesin hüküm vermekten kaçınmalıydım. Hocaefendi’nin hakkına girdiysem helallik dilerim. Bir şey daha dilerim: Hocaefendi bundan sonra gazetecilerle-televizyoncularla konuşurken lütfen teypleri-kameraları kapattırmasın. Ne dediğini ve nasıl dediğini kendi kulaklarımızla duyalım, kendi gözlerimizle görelim. Hocaefendi’yi rivayet yoluyla takip etmek çok yorucu ve hepimiz için çok yıpratıcı oluyor. 6 Ekim 2010, Hakan Albayrak/Yeni Şafak

Albayrak’ın bu yazısını okuduktan sonra, söz konusu tv programını, her cümlesini not alarak tekrar izledim Ve üç gazeteciden ikisinin, üzerine basa basa Gülen’in Mavi Marmara’yı kusurlu bulduğunu, diğe
rinin (Bejan Matur’un) ise daha yuvarlak ifadeler kullandığını gördüm. Kayda geçmek ve konunun daha iyi anlaşılması adına, o konuşmaları kelimesi kelimesine aktarıyorum:

Cüneyt Özdemir: İlginç olan şuydu: Sohbetimiz sırasında… Mavi Marmara ve İsrail meselesi ile ilgili gerçekten aslında hükümetten çok farklı düşündüğünü bir kez daha gördüm ben. Çünkü Mavi Marmara eylemine katılan pek çok kişi ‘şehit olmaya gidiyoruz, biz orda şehit olacağız’ gibi İslami bir motif üzerinden hareket ediyordu. Fethullah Gülen, bunun şehitlik bile olamayacağını, bile bile ölüme gitmek olduğunu söyledi.

Ferhat Boratav: Evet, en azından WSJ röportajında verdiği ve Türkiye’de de çok yankı uyandıran ‘bu işin yanlış olduğu’ yönündeki açıklamasının bir değerlendirme hatası falan olmadığı ve o düşünceyi hâlâ muhafaza ettiği ve savunduğu ortaya çıktı. Orada söyledikleri bir dil sürçmesi değil. Bilerek, düşünülerek söylenmiş. Ve hâlâ aynı görüşte olduğu belli…

Cüneyt Özdemir: Evet!

Bejan Matur: Hı hıı… Şehadetle ilgili olarak; ‘Siz (kafanızda) kurup, bir yola çıkıp, Ben şehit olmak üzere gidiyorum, diyemezsiniz.’ dedi ve ‘Bunun takdiri Allah’a aittir’ diyerek, kurgularında bir yanlışlık olduğunu ve buna eleştirel baktığını ifade ettiler.

Görüldüğü gibi ortada iki ihtimal var: Ya Haber7 yazarı Aytav, Hoca’nın sözlerini “kendince” yorumluyor ya da yukarıda adı geçen gazeteciler bariz bir çarpıtma yapıyorlar. Eğer bu çarpıtmayı yapan Aytav ise aynı WSJ’e yapılan “Otoritelerden izin alınmalıydı.” açıklamasında olduğu gibi, cemaate yakın bir yazarın ‘vaziyeti kurtarma çabası’, deyip geçebiliriz, ama bunu diğer gazeteciler yapıyorsa durum biraz daha karışık bir hâl alıyor. Zaten konu da çarçabuk derdest edildi…

Bu olayların üzerinden aylar geçmişti. Bu süre içinde Gülen konuyla ilgili “resmi” bir açıklama yapmış
ama ben atlamış olabilirdim. Bu yüzden de meseleyi çok sağlam takip edeceğinden emin olduğum Hakan Albayrak’ı arayıp, böyle bir açıklama olup olmadığını sordum. Albayrak, konunun kapandığını, Hocaefendi’nin öyle bir şey söylemediğini öğrendiğini söyledi.

Televizyon programındaki konuşmaları hatırlatarak üstelediğimde ise ısrarımdan irite olduğu belli bir ses tonuyla, Bejan Matur’u arayıp “Konu o şekilde mi konuşuldu görüşmenizde?” diye sorduğunu, Matur’un da “Hayır, öyle değildi, başka bir konuyla alakalı olarak konuşulmuştu.” dediğini söyledi…

Şimdi, geldiğimiz noktayı tekrar gözden geçirelim: Gülen tarafından, Mavi Marmara mağdurlarını inciten sözleri söylemediğine dair herhangi bir açıklama ya da düzeltme yapılmadı.

Peki, “gerçek” hangisi?

Cüneyt Özdemir’in yazdığı ve televizyonda -Ferhat Boratav ile beraber- üzerine basarak ısrarla söylenen sözler mi? Yoksa Bejan Matur’un ve Erkam Tufan Aytav’ın,“Farklı bir konuda söylendi o sözler?” açıklaması mı? İyi de o zaman niye hemen program esnasında itiraz etmemişti Matur? Öyle ya, Matur’un dediği doğruysa bu Özdemir’in ve Boratav’ın Gülen’in sözlerini çarpıttığı ve kamuoyunu yanılttığı anlamına gelirdi. Bu öyle sessiz kalınıp da “hı hı” larla geçiştirilecek kadar önemsiz bir şey miydi ki programda suspus duran, hatta konuşulanları tasdikleyen nidalar çıkaran Matur, ancak Albayrak kendisine sorunca, Hoca’nın o sözleri bambaşka bir konuyla ilgili olarak ifade ettiğini söylüyordu?

Cemaatle göbek bağı olan isimlerin “Hoca aslında öyle demek istemedi, aslında şöyle demek istemişti…” şeklindeki yorumlarıyla geçiştirilecek bir mesele değildi ki bu. Çünkü o sözler, Mavi Marmara’nın ardındaki dul ve yetimlere, evladını kaybetmiş gözü yaşlı analara ve babalara gidiyordu.

Hoca’nın, hem de bir din adamı sıfatıyla yaptığı açıklamaların İsrail ve İsrail yanlıları tarafından koz olarak kullanıldığı böylesi bir ortamda, konuyu geçiştirmek ya da zorlama ve uydurma yorumlarla yetinmek gibi bir lüksümüz yoktu yani.

Kafaya takmıştım bir kere; Fethullah Hoca gibi birinin, yani Müslüman bir din adamının nasıl olup da Mavi Marmara konusunda böyle bir tavır alabildiğini düşünüp anlamaya çalışıyordum.

Onun sözcülüğüne soyunmuş gazetecilerin yorumları ise hiç ikna edici gelmiyordu. Çabaladıkça batıyorlardı sanki. Aklıma takılan sorulara kısmen de olsa cevap olabilecek satırları ise Fethullah Gülen’in Haziran ayında (2010) çıkan kitabı “Kalb İbresi” nde bulduğumu sanıyorum:

“Yunus Emre, ‘Dövene elsiz, sövene dilsiz ve kalb kırana karşı da gönülsüz yaşama’ üslûbunu seçmiştir. Elbette ki o büyük zâtların bu hâl ve tavırları referanslarını İslâmî esas ve disiplinlerden almıştır.

Çünkü İslâm bize kötülükleri iyilikle savmamızı, hak ve hakikate davet için firavunun karşısına çıkıldığında dahi yumuşak söz, yumuşak tavır ve yumuşak hâl yolunu emir ve tavsiye buyurmaktadır. Dolayısıyla böyle bir yaklaşımın, kaynağını dinin özünden, esas ve ruhundan aldığı âşikardır.

Biz, temelde dövene elsiz, sövene dilsiz ve kırsalar da kalbimizi gönülsüz yaşama üslûbunu tercih etmiş, düstur edinmiş, ‘’yol bu’’ deyip onda karar kılmışsak, artık hiç taviz vermeden bu kararın arkasında durmalı, her hâlükârda onun gereklerini yerine getirmeye çalışmalıyız.’’ Kalb İbresi / sf.176

Oysaki aynı Gülen, 21.09.2004 tarihinde “Cihad İç ve Dış Huzurun Garantisidir” başlığıyla kaleme aldığı yazısında, şu günlerde polemik konusu olan görüşleriyle taban tabana zıt düşünceler içindeymiş. Haydi, şimdi de o yazının bir kısmını okuyalım ve biraz daha düşünelim:

Size ne oluyor da, ‘Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir veli (dayanak) gönder, katından bize bir yardımcı lütfet’ diyen zayıf düşmüş, (güçten, kuvvetten kesilmiş) erkekler, kadın ve çocuklar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?’’ (Nisâ, 4/75)

Bu nasıl bir duadır ki, bu dua kendi yurt ve yuvalarından çıkarılmak için yapılmaktadır. Zira orada müslümanlar zayıf düşmüştür. Hakkın kuvveti kesilmiş, parya muamelesi görmek te dir ler. Halbûki o vatan, onların vatanıdır. O yurt ve yuvalar, onlara aittir. Buna rağmen, oradan çıkarılmak isteniyorlar. İşte bu, bir mezellet ve bir meskenettir. Ve işte bu, bir el-etek öpmektir. Onlar ki, insanca yaşamak hakkından mahrum bırakılmışlardır. Onlar ki, elle rinde ne var ne yok hepsi, gasba uğramıştır. Onlar ki, hürri yet le ri de dâhil bütün değer ve mukaddesleri, ayaklar altında çiğnenmek tedir. Tablo bu iken, durum bu fecî manzarayı sergilerken, Kur’ân-ı Kerim:

“Ne oluyor ki, siz hâlâ daha Allah yolunda cihad yapmıyorsunuz?’’ diyerek muhatabı olan mümini sarsmakta ve ona tevbihler üstüne tevbihler yağdırmaktadır.” 21 Eylül 2004, Fethullah Gülen

Şimdi soru şu: 2004 yılından 2010 yılına gelene kadar ne olmuştur da fikirler bu kadar savrulmuş ve dokuz canın hunharca katledilmesiyle sonuçlanan Mavi Marmara’nın Gazze’ye insani yardım götüren yolcuları eleştirilirken, apaçık ortada olan zulme karşı net bir tavır almaktan kaçınılır olmuştur?

Hoca, Mavi Marmara yolcuları için “Radikal Müslüman” algısı yaratmaya oluşturmaya çalışan İsrail’in tezlerini destekler duruma düştüğünü görmüyor muydu?

İtiraf etmeliyim ki Mavi Marmara olayına kadar, Gülen hakkındaki eleştirilerin çoğunluğunun statükocuların karalama kampanyalarının etkisiyle oluştuğunu düşünüyordum. Gülen’in ABD’nin adamı olduğunu iddia edenlere de “Herkese bu tür iftiralar atılabilir. Belgelerle kanıtlanmadan inanmam.” şeklinde karşı çıkıyordum. Kısacası, cemaatle uzaktan yakından bir bağı bulunmadığı halde, saldırgan Gülen karşıtı kampanya ve iddialara prim vermeyen ve bunu da her fırsatta ifade eden biriydim. Üstelik değerlerim ve görüşlerim de birçok bakımdan cemaatin savunduklarıyla örtüşüyordu. Mesela, dinler arası diyalog kavramına hiç de soğuk bakmıyor ve bunun dünyadaki din kavgalarını bitirmek için iyi bir yol olduğunu düşünüyordum. Dinler arası diyalog kavramından yola çıkılarak yapılan “Hristiyan Misyoneri” eleştirilerini ise ciddiye bile almıyordum.

Gelin görün ki Hoca’nın Mavi Marmara olayında takındığı tavır ve yabancı kaynaklara yaptığı açıklamalar benim de kafamın karışmasına neden oldu sonunda.

Hele hele cemaat mensuplarının Mavi Marmara mağdurlarına sırtını dönmesini bir türlü anlayamıyorum. Üstelik (söyleşilerde okudunuz) bu tavır sadece tanımadıkları mağdurlara karşı olsa yine iyi; Mavi Marmara’ya katılmış dostları, konu komşularıyla da selamı sabahı kesmiş durumdalar.

Diyelim ki Hoca bu açıklamaları Türkiye’nin iyiliği için yapmıştı… İyi de bunun doğuracağı sonuçları, yıkacağı gönülleri görmüyor muydu? Hiç olmazsa cemaatine bir haber uçurup kalplerin kırılmasını engelleyemez miydi?

Ayrıca, bu eleştiriler Amerikan basınına değil de “öncelikle” olaydan mağdur olan çevrelere yapılsaydı, ne bu kadar tepki toplardı ne de duyguları incitirdi…

Bunca tanıklığı dinledikten sonra artık iyice eminim ki: Mavi Marmara yolcuları, Gazze yoluna ne savaşmak ne de şehit olmak için çıktılar… Onlar, hayata bakış açılarının, yaşam biçimlerinin ve vicdani duygularının doğal bir uzantısı olarak dünyanın kanayan bir bölgesindeki insanların yaralarına merhem olmak istiyorlardı sadece.

Fethullah Hoca, bunun farkında olmayabilir miydi acaba? Yoksa Türkiye’de olmadığı için olan bitene tam olarak vakıf olamıyor da kendisine gelen eksik ve/ veya yanlış bilgiler ışığında mı yapıyor değerlendirmelerini? Peki ya cemaatin Türkiye’de yaşayan, gelişmelere vakıf olması gereken “âkil” adamları!?

Nereden bakarsanız bakın, Mavi Marmara olayı, herkesi safını belirlemeye zorlayan büyük ve çok katmanlı bir trajedi. Fethullah Hoca’nın da gönüldaşlarının da bu konuda bir öyle bir böyle konuşmayı bırakıp kesin, net ve açık bir tavır alarak, kafalardaki karışıklıklara bir son vermesi bu ülkenin -ve hatta insanlığın- hayrına olur herhalde.

Şimdi siz bana diyebilirsiniz ki, madem bu kadar taktın bu sorulara, Hoca’nın kendisine ulaşmayı hiç düşünmedin mi? Düşündüm; hiç düşünmem mi… Ama sizin de bildiğiniz gibi gazeteciler onun ağzından bir demeç alabilmek için aylar öncesinden kuyruğa giriyorlar ve büyük çoğunluğu da görüşemiyor. Onunla görüşen gazetecilerin profiline baktığınızdaysa, onların da (cemaatten değilseler eğer) Hoca gibi popüler ve şöhretli olduklarını görüyorsunuz.

Hem, gerek İslamcıları gerekse Gülen hareketini yıllardır izleyen, tanınmış ve deneyimli gazeteci Ruşen Çakır bile 2006 yılında sorduğu sorulara 2012 yılında hâlâ bir cevap alamadıysa benim şansımı varın siz düşünün. Ama yine de sırf Mavi Marmara’nın hatırına, Hoca’ya ulaşmak için ufak da olsa bir teşebbüste bulundum, lakin çabuk vazgeçtim…

Bu da şöyle oldu: Adıyaman’da Fahri Yaldız için görüşmeler yaparken, tesadüfen, ünlü öğrencilerinden biriyle tanıştım ve hemen Fethullah Gülen’den Mavi Marmara hakkındaki demeçleriyle ilgili görüş almak istediğimi söyledim. O da, “Siz soruları bana gönderin, ben de kurmay heyetine iletirim; onlardan geçtikten sonra Hoca’ya iletilir.” dedi… Bunun üzerine, dışımdan Tabii,” içimden de “ohoo, ölme eşeğim ölme, tavşanın suyunun suyu,” dedim ve vazgeçtim.

Kendisine birinci elden ulaştıramayacağım soruların cevaplarının birinci ağızdan geldiğine nasıl emin olacaktım ki? Nasılsa kitap yayınlanınca Hoca da haberdar olur ve gerek görürse cevap verir, diye düşündüm. En nihayetinde, haklarını koruyamayan, yanlış anlamaları düzeltemeyecek bir insan yoktu karşımda.

Aslına bakarsanız; Amerikalı gazetecilere Mavi Marmara olayıyla ilgili o talihsiz “Otoritelerden izin alınmalıydı!” açıklamasını yaparak Türkiye’de kızılca kıyametin kopmasına sebep olmasaydı ve devamında, katliamda yitirdiğimiz canların şehit sayılmayacakları yolunda tartışmalara yol açmasaydı Fethullah Gülen’in adı bile geçmeyecekti bu kitapta. Hoca’nın bu tutumu, hem onun hem Mavi Marmara’nın hem de bu kitabın talihsizliği oldu bir bakıma.

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın