İsrail üç şey yapmak istedi:
1.Ciddi bir gözdağı vermek.
2. Türkiye ile olan gerilimi Türkiye’nin iç dengelerini
sarsacak seviyeye tırmandırmak.
3. Bölgede etkili bir devlet konumuna yükselen
Türkiye’yi imaj kaybına uğratmak.
Şenol Özbek
15 Mayıs 2011
Kafamda cevabını arayan birçok soru vardı. Çabaladıkça batılan bir girdap gibiydi bu konu. Artık, iç ve dış gündemi çok iyi takip ettiğini ve hem Mavi Marmara olayına hem de Gülen’in açıklamalarına stratejik bir açıdan baktığını, Fethullah Hoca’yı anladığını, hatta hak verdiğini bildiğim ve yakından tanıdığım “düşünce adamı” Emekli Yarbay ve yazar Şenol Özbek’in de bakış açısını öğrenmek şart olmuştu.
Mavi Marmara gemisi Free Gazze organizasyonunun bünyesinde yola çıkarken neler düşündünüz?
Bu organizasyonun mihenk noktası uluslararası sivil toplum örgütleri olduğu halde, yani bir yönüyle Türkiye ile doğrudan ilgili bir olay olarak gözükmediği halde, hareket noktasının Türkiye olması dolayısıyla, zamanlama olarak tereddüt yaşadığımı söyleyebilirim…
Aynı günlerde Anayasa Mahkemesinin referandumla ilgili bir başvuruyu görüşüyor olması tereddütlerimi daha da artırdı. Özne doğrudan Türkiye olmasa bile, kendi içindeki kuşatılmışlıktan kurtulma çabası içindeki bir Türkiye’de, bir başka bölgenin kuşatılmışlığı fikrinin bu kadar ön plana taşınmasını, öncelikler açısından çok müspet bulmadım.
Yani gaye Gazze’ye yardım ise bunun başka yolları bulunabilirdi. Yok, gaye bu değil de Gazze’deki kuşatılmışlığı yarmak ise, hem oradaki hem de başka yerlerdeki kuşatılmışlıkların kesin ve nihai olarak ortadan kalkmasını, Türkiye’nin içindeki ve dışındaki kuşatılmışlığın ortadan kaldırılmasına bağlı gördüğüm için, organizasyona zamanlama olarak tereddütle yaklaştığımı ifade edebilirim.
Dünyanın diğer ülkelerinden dediğiniz insanların, bu olayla aynı günlerde kendi Anayasa Mahkemelerinden çıkacak bir kararla ülkelerinin geleceğinin karanlığa gömülmesi gibi ilave bir risklerinin olmadığı muhakkak.
İsrail’in katliam yapabileceği aklınıza geldi mi?
Herhangi bir tahmine gerek kalmaksızın İsrail’in bu veya benzer bir çılgınlık yapacağı belliydi. İsrailli yetkililerin yaptıkları açıklamalardan bunu anlamak mümkündü. Lakin bir kısım zorunlu tedbirler alabileceği ve bir gerilim ortamının doğacağını düşünsem dahi, uluslararası karasularda böyle bir katliama yeltenebileceği aklıma gelmemişti.
İşin aslı hâlâ da böyle bir hatayı nasıl işlediği veya buna nasıl cüret edebildiği hususunu tam olarak anlayabilmiş değilim. Zannediyorum bu, İsrail’in henüz tam olarak devletleşme sürecini tamamlayamadığı ve devlet vizyonu kazanamadığının delili olsa gerek.
Neler yanlıştı sizce?
Türkiye’nin içindeki ve dışındaki ablukayı kaldırmadan -ki, referandum sonucuna rağmen, o ablukanın hâlâ da kalktığı söylenemez-, enerjisini başka yerlerdeki ablukaları kaldırmaya memur etmek, başlı başına bir yanlıştır.
Ya doğrular?
Doğru olan, Gazze ile ilgilenilmesi gerektiği yönündeki çaba ve vurgudur.
Sizce direnmeselerdi öldürülmeyebilirler miydi?
Bunun, gemidekilerin direnmesi ya da direnmemesi ile ilgili bir konu olduğunu düşünmüyorum. Bence, İsrail’in gözdağı vermek adına planlayıp uygulamaya koyduğu bir hareket.
İsrailli askerlerin üzerinden bir liste çıktı, bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sizce neden vardı o liste?
Liste konusunda ayrıntılı bilgim yok. Lakin eğer İsrailli askerlerde böyle bir liste çıktıysa, listeden ziyade o listenin onların eline, daha doğrusu İsrail’e nasıl ulaştığı hususu ile ilgilenmek lazım.
İsrail, gemi uluslararası sulardayken saldırdı. Oysa ki -ille de saldıracaksa- iki gün daha bekleyip kendi sularına girince (girerse) saldırabilirdi. Sizce niye böyle yapmadı da uluslarası sularda saldırdı? Neyin göstergesidir, ne anlama gelir bu durum?
Bence İsrail üç şey yapmak istedi; birincisi ciddi bir gözdağı vermek, ikincisi Türkiye ile olan gerilimi Türkiye’nin iç dengelerini sarsacak seviyeye tırmandırmak. Üçüncüsü ise bölgede etkili bir devlet konumuna yükselen Türkiye’yi imaj kaybına uğratmak… Bunları yaparken de zaman ve mekân olarak, bu gayeye matuf en yüksek trendi yakalayabileceği yerde harekete geçti.
İsteseler gemiyi kolaylıkla etkisiz hale getirebilirlerdi, bunun yerine denizden ve havadan operasyon yaptılar? Bu neyi anlatıyor?
İsrail, o gemide sadece yardım malzemesi bulunmadığı, geminin silah da taşıdığı ve böyle bir durumda silahlı direniş veya silahla karşılık verileceği yönünde yanlış bir istihbarat edinmiş veya İsrail’e böyle bir istihbarat kasıtlı olarak birileri tarafından iletilmiş olabilir.
Bu birileri kavramının içine, Türkiye’deki devlet aklı da dâhildir. Uluslararası karasularda böyle bir çılgınlık ancak bu tür çılgın senaryolar ile açıklanabilir.
Saldırı sabaha karşı oldu ama sabahın gelişi geceden belli olmuştu ve bütün dünya canlı yayında gördü bu sahneleri. Türkiye neden saldırı ihtimali doğar doğmaz yardım göndermedi Mavi Marmara’ya?
Belki de Türkiye, İsrail ile olan ilişkileri başka bir zemine kaydırmak adına olayı kendi akışına bırakmıştır. Yani esas özne ne gemi ne de olayın kendisi değildir de, bu olayın Türkiye-İsrail ilişkilerini hangi noktaya taşıdığıdır. Ya da Türkiye’deki İsrail’in elini zayıflatmak ve yine Türkiye’deki İsrail’i kovmak için istifade edilmek istenen pratiklerden biri…
Türkiye’den böyle bir yardımın gönderilmesi kimin inisiyatifindedir? Prosedür nasıldır? Ne yapılmalıydı?
Bu Silahlı kuvvetlerin yurt dışında kullanılması ile ilgili bir konudur. Bu da meclisin uhdesindedir. Tabii sizin yardım olarak nitelediğiniz husus doğrudan doğruya ülkelerarası bir çatışmaya işaret eder. Yani yardıma giden unsurlarınız İsrail askerleri ile çatışmayı göze alacak. Bu da savaş ilanı gibi bir şey olur zaten.
Geminin çevresinde nereye ait oldukları bilinmeyen birçok gemi varmış, onlardan da hiçbir yardım gelmemiş, bu konuda ne diyorsunuz?
Gemi tek başına yardım vasıtası değildir. Silahlı unsurlara karşı ancak silahlı unsurlar yardıma gidebilir. O unsurlar da çatışmayı göze almak zorundadır. O gemiler silahlı değilse neyin yardımına gidecek. Yok, eğer silahlı gemiler ise, başka ülkelerin gemileri sizin için çatışmaya girmek zorunda değildir.
Uluslararası ortak bir tepki konarak bu saldırı engellenebilir miydi?
Uluslararası ortak tepki kültürü ile İsrail’i engellemek mümkün olsaydı, bu güne kadar konmuş tepkiler ile İsrail başka bazı konularda da frenlenebilirdi. İsrail devletleşme sürecini tam olarak tamamlayamadığı için, uluslararası ilişkilerin özneleri ile İsrail arasında bir bağlantı kurmak yanlıştır.
Gerek hükümetin gerek askerin olay sırasındaki ve sonrasındaki tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yapılması gereken ama yapılmayan şeyler var mıydı?
Şöyle… Uluslararası karasularda vatandaşları öldürülen bir devlet, normalde gider, bu eylemi yapan ülkenin başına dünyayı yıkar. Yapılması gereken budur. Bunu yapmayan devlet, vatandaşına verdiği sözü tutmuyor demektir.
Lakin bunu yapabilmek için sizin de mükemmel bir devlet algınızın ve teşkilatınızın olması lazım. Olay ile aynı zaman sürecinde Anayasa Mahkemesinden çıkacak bir kararın ülkenin geleceğini karartma ihtimali olan bir devlet bunu yapamaz.
Kendi askerinin kendisini hükümeti yıkmaya adadığı algısı içinde olan bir devlet de bunu yapamaz. Bunun dışında Türkiye, politik yani uluslararası zeminde yapılması gerekenin ve yapılabileceklerin azamisini yapmıştır.
Olayın medyadaki yansımaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Medyadaki değil de “medyadaki İsrail dostları” nezdinde ortaya çıkan tepki ve yansımalar, kuşatılmışlığımızın en net deliliydi.
Olayı sonuçları itibariyle değerlendirir misiniz? Olumlu ve olumsuz yanlarıyla…
Bu olay ile birlikte, Türkiye ile İsrail arasında olduğu söylenen ve kamuoyuna sürekli pompalanan sanal dostluk tarihe gömülmüştür. Aslında böyle bir dostluk hiç olmamıştır. Zorlama ve yönlendirmeye dayalı ilişkiler ile sanki böyle bir dostluk varmış imajı çizilmiştir…
Bu olay ile bu sanal ve yanlış efsane sona ermiştir. Bu sonuç itibariyle aslında bu olay, İsrail derin devletinin değil, Türkiye derin devletinin amacına hizmet etmiştir. Yani Türkiye, uluslararası arenada ve özellikle orta doğuda, İsrail’e karşı geliştireceği politikalar için, uluslararası tepkileri ve antisemitist suçlamalarını absorbe edebileceği çok güçlü bir mazeret bulmuştur.
Bu olay, Türkiye’deki İsrail’in tasfiye sürecini de hızlandırmıştır.
“Türkiye’nin derin devletine hizmet ediyor bu olay,” diyorsunuz ama toplumun genel algısına göre “derin devlet,” Türkiye’nin zararına çalışan, kendi menfaatleri için her şeyi yapan çetelerden oluşmuş bir yapıdan oluşuyor… İşte bu algıyı gözeönüne alarak, sizin söz ettiğiniz derin devletin ne olduğunu biraz açmamız gerekiyor sanırım… Tek cümleyle özetlersek: siz hangi derin devletten bahsediyorsunuz?
Her devletin… Ama her devletin, mahremiyet ölçülerinin gereği olarak bir derinliği vardır. Yani derin ve görünmeyen bir yüzü vardır… Burada mevzu bu derinliğin olup olmadığı veya olup olmayacağı değil, bunun milli vicdanın emrinde olup olmadığıdır. Bizde toplum mühendisliği projeleri hep derin devlet örgüsü içinde uygulamaya konduğu için, devletin derinliğinin toplumun aleyhine çalışan mekanizmalardan ibaret olduğu yönünde bir algı vardır. Bu yanlıştır.
Devletin derinliği vardır, olmalıdır ama hem örgüsü hem de pratikleri itibariyle bu derinlik milli ve toplum vicdanı ile barışık olmalıdır. Bu derinlik gücünü kendi toplumuna değil, başka devletlere karşı göstermelidir. Bizdeki sorun o derinliğin milli olup olmadığının tartışmaya açık olmasıdır.
Türkiye son dönemde, toplum vicdanı ile barışık olmayan devlet derinliğini yine devlet eliyle tasfiye etmek gibi bir gayret ve kararlılığın içine girmiştir. Bu, bir noktadan sonra Türkiye’deki İsrail’in tasfiyesini de içerir ki, Ergenekon’un tasfiyesi bir yerde İsrail’in tasfiyesidir. Lakin bunun yerini alacak derinliğin toplum vicdanı ile veya milli vicdan ile barışıklık katsayısını şimdilik herkes gibi ben de bilmiyorum… Ama topluma eskisi kadar uzak ve topluma eskisi kadar meydan okuyan bir derinlik olmayacağı muhakkaktır.
Gülen’in “otoritelerden izin alınmalıydı” açıklamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben Fethullah Hocanın ne dediğinden ziyade, ne yapmak istediği ile ilgileniyorum. Türkiye güçlü ve dinamikleri kuvvetli bir ülkedir ama bugüne kadar içine düşürüldüğü boşluk ve hantallık dolayısıyla, İsrail ile çıkacak bir çatışmada risk katsayısı yüksek bir ülke konumundadır. Belli silahlarını İsrail’in yaptığı ve uçaklarının beyin bilgilerinin İsrail’in elinde olduğu muhakkak olan bir Türkiye’nin İsrail ile çatışmayı göze alabilmesi için, önce bu denklemden kurtulması gerekir. Kendi iç istikrarını sağlaması ve netleştirmesi gerekir.
Olayın olduğu günlerde ve hemen akabinde “Ordu İsrail’e!” çığlıklarının atıldığı ve üstelik bu çığlıkların önemli bir bölümünü olayın olduğu dönemde dahi, ordunun savaşma kabiliyetinin olup olmadığını tartışmaya açan çevrelerin arttığı bir ortamda birilerinin bu sıcak sürece su dökmesi gerekiyordu.
Bu misyonu Fethullah Hoca üstlendi. Üstlenmek suretiyle iki şeyi yaptı; birincisi devletin ve hatta hükümetin, veremeyeceği bir tepkinin altında ezilmesinin önüne geçti yani bir nevi devletin ayıbını örttü, ikincisi ise sürecin sıcak tansiyonunu düşürdü. Risk almak pahasına da olsa bunu yaptı diye düşünüyorum.
Tabii beni asıl merakta bırakan konu, bu olaydan önce sabahtan akşama kadar ordunun savaşma kabiliyetinin dedikodusunu yapan, bu olay olduktan sonra ise Fethullah Hocaya demediğini koymayan çevrelerin, böyle bir çatışma sürecinde hangi orduyu kullanmayı düşündükleridir.
Stratejik olsa bile, – en azından Türkiye için, çok spekülasyona çok açık bir söylem değil miydi? Ayrıca, bu söylemin İsrail tarafından koz olarak kullanılması riskini göze almaya değer miydi?
Burada söylemin niteliğinden ziyade gayesi ile ilgilenmek daha doğru olur diye düşünüyorum. İsrail’in ise, Fethullah Hocanın böyle bir söylem ile sürece dâhil olarak adeta tansiyonu düşürmesinden bırakın memnun olmayı, rahatsız olduğunu düşünüyorum. Fethullah Hoca o söylemi ile devlet halk denklemi içinde devletin önüne siper olmuş, devletin imaj kaybının önüne geçmiştir.
Gülen, en azından Türk kamuoyunu rahatlatmak ve spekülasyonların önüne geçmek için bir açıklama yaparak hiç olmazsa incinen mağdur aileleri teskin etseydi daha iyi olmaz mıydı? Düşünün ki o açıklamadan sonra cemaat mensupları, mağdur ailelerle selamı sabahı kesmişler…
Fethullah Hoca, ilgi ve tartışma alanını bu olaydan koparıp kendi istikametine döndürdükten sonra tekrar ve adeta tekzip edici açıklamalar yapamazdı. Konuşarak hizmet ettiği gayeyi bu defa da susarak perçinledi. Dikkat ederseniz hiç kimse, Akdeniz’in ortasında ve uluslararası karasularda vatandaşları öldürülen bir devlet bu ayıpla nasıl yaşar sorusunu sormuyor, bu ayıbı konuşmuyor. Herkes Fethullah Hocanın ne dediğini veya neyi demediğini yorumlayarak vakit geçiriyor. Devlete hizmetin bir başka yolu bu olsa gerek…
İyi güzel de… Daha “Otoritelerden izin alınmalıydı.” açıklaması sindirilmemişken bu sefer de “Onlar şehit sayılmazlar.” sözleri düştü gündemimize. Buna ne diyorsunuz?
Fethullah Gülen’in şehitlik kavramı ile ilgili olarak ortaya koyduğu prensip İslami fıkıh kuralları açısından doğrudur. Şehitlik gaye değildir. İslam’da gaye Allah’ın rızasıdır. Devletin teşkilatlı çatısı altında savaşa giderken dahi ölmek için gidilmez. Allah rızası için mücadele etmeye, savaşmaya gidilir.
Kader, kendini savunarak savaştığın veya mücadele ettiğin noktada sana ölümü nasip ederse bunun adı şehitliktir. Yani ölüme gitmenin ve bilhassa bilerek ölüme atlamanın kendisi şehitlik değildir. Allah rızası için bir yolda mücadele ederken ölmek şehitliktir.
Bu ölçü içinde savaş meydanında kılıç darbesiyle öldüğünüz halde şehit olmayabilirsiniz de sıcak odada kaleminizden fikir mürekkebi damlarken öldüğünüz halde şehit olabilirsiniz.
İslamda bir devlete karşı silahlı mücadeleyi yine bir devlet yapar. İslam fıkhı, bunun dışındaki ve özellikle ferdi planda ortaya çıkan militarist algıları fitne olarak nitelemiştir.
İslam dünyasında özellikle son yüz yıl içinde ve yine özellikle Mısır kaynaklı olarak ortaya çıkan ve bizde bazı dini gruplar üzerinde tesirini göstermiş olan bir kısım ekoller, İslam fıkhının yüzyıllara dayanan bu prensibini alaya alır tavırlar içine girmiş ve bunun sonucunda, Fethullah Hocanın işaret ettiği söylemler ortaya çıkmıştır.
Kamuoyunda gazeteci unvanı ile meşhur olmuş ve bu olay vesilesi ile de Fethullah Hoca üzerinden meşhurluk katsayısını artırmaya çalışan, devrim sözcüğü ile İslam kavramını yan yana kullanmanın doğurduğu garabetten habersiz şahısların, onun ne dediği ve ne demek istediğini anlayacak çapta olduklarını düşünmüyorum.
Tamam, diyelim ki Hoca’nın niyeti şehit ailelelerini incitmek değildi; lakin cemaat mensuplarının ailelerle selamı sabahı kesmesi ve bu konuya top yekün bir tavır alınmış izlenimi doğmasını nasıl yorumlayacağız?
Cemaatteki insanların önemli bir bölümünün de Fethullah Hocanın söylemlerindeki derinliği anlayabildiğini zannetmiyorum…
Amerika’nın bir STK olan İHH’yı terörist listesine almak için uğraşmasına ne diyorsunuz?
Eğer yanılmıyorsam İHH bir STK olmaktan ziyade bir NGO. Yani Birleşmiş Milletler nezdinde NGO statüsü taşıyor. Bu statüdeki bir örgüt terörist listesine falan alınmaz, alınamaz… Bunlar şişirme yorumlar.
22 ülkenin STK’ları, Fransa’da bir araya gelerek 2. Özgür Gazze filosunun Haziran’ın üçüncü haftasında yola çıkması kararı aldı. Sizin bu yeni filoya güvenlik ve stratejik açıdan ne gibi önerilerde bulunabilirsiniz?
O olay, Türkiye-İsrail ilişkilerine özgü ve tırnak içinde, biraz da kurgusal bir olaydı. Başka ülkelerin gemileri için aynı veya benzer başka bir olayın tekrar yaşanması zordur.
21 Şubat 2012
Şenol Bey, 2011 yılının Mayıs ayında yaptığımız söyleşiden bu yana Mavi Marmara konusundaki düşüncelerinizde bir değişiklik oldu mu?
O röportajda söyleyip de vazgeçeceğim veya vazgeçtiğim hiçbir şey yok… Kanaatlerim birebir aynı…
Her zaman için vicdanının sesini dinleyen ve her konuda doğru bildiğini söyleyen; televizyon programlarında ve yazılarında paylaştığı düşünceleriyle Türkiye’deki Ergenekon yapılanmalarının sıradan vatandaşın dahi anlayacağı bir şekilde ifşasına büyük katkısı bulunan Sevgili Dostumuz Şenol Özbek’i elim (ve çok şüpheli) bir trafik kazası sonucu 1 Nisan 2012’de kaybettik ne yazık ki…