Lafa gelince hepimiz inançlara saygılıyızdır.
Ama pratikte bunun hiç de böyle olmadığını görüyoruz.”
Mavi Marmara olayının en yanlış anlaşılan taraflarından biri de “şehitlik” kavramı oldu. Özellikle bazı köşe yazarları çok acımasızdı. İnsanların nasıl bu kadar anlayışsız ve insafsız olduklarını anlamakta zorlanıyordum.
Örneğin Furkan’ın babasının cenaze töreninde söylediği “Pişmanlığımız, keşkemiz yok. Çocuğumuz güzel bir yolda şehit oldu. Evimiz gül kokusuyla doldu. Biz de şehit babası olduk.” sözleri kimileri tarafından son derece insafsız bir şekilde eleştirilmiş hatta yargılanmıştı. Evladını kaybetmiş bir insana karşı nasıl bu kadar acımasız olunabildiğini bir türlü anlayamıyordum.
Kayseri’de Furkan’ın babası Ahmet Doğan’ı dinlerken, her suskunluk anında, o yazılar geliyordu aklıma ama sormaya dilim varmıyordu bir türlü…
En sonunda, derin bir nefes aldım ve olabildiğince yumuşatarak açtım konuyu. Rengi sarardı Ahmet Bey’in; gözleri doldu ve uzaklara daldı. Birkaç dakika sonra, boğazı düğümlenerek “Kim böyle bir şeyi düşünebilir ki… ‘şehit oldu’ demeyecektik de ne diyecektik; ‘boşu boşuna öldü’ mü diyecektik?” sözleri çıktı ağzından.
Ve ardından derin, koyu bir sessizlik. Hiçbir şey diyemedim, başımı önüme eğdim.
Lafa gelince hepimiz inançlara saygılıyızdır. Ama pratikte bunun hiç de böyle olmadığını görüyoruz.
Söyler misiniz, bizler karşımızdakinin inancına onun en zor, en travmatik anlarında saygılı olmayacağız da ne zaman olacağız?
Bu saygısızlığı yabancılar yapsa, “Dinimizi, kültürümüzü bilmedikleri için yapıyorlar.” der geçeriz ama az ya da çok aynı din ve kültür ile yoğrulmuş bizlerin bu konuda biraz daha duyarlı olmamız gerekmiyor mu?
Tam bu noktada kendimi de sorguluyorum kıyasıya. Tamam, başından beri ölenlerin şehit olmasından duyulan memnuniyetin, daha doğrusu “teselli”nin neyi ifade ettiğini anlayabildim, ama “şehit olma arzusu” ile ilgili olarak aynı şeyi söyleyemeyeceğim.
Benim gibiler, yani İslami çevrelerden uzak, onların söylemlerine ve hayata bakış şekline uzak kişiler için en belirsiz ve kafada soru işaretleri oluşturan ve Mavi Marmara yolcularını zan altında bırakan bir konuydu bu…
Kendi önyargılarımı kırabilmek adına, yola çıkmadan önce “şehitlik” ile ilgili ne bulduysam okuyup bu kavramın mana derinliğine ulaşmaya çalıştım. Örneğin, İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Nurettin Turgay şu cümlelerle anlatıyordu şehitliği:
Şehid olan insanların kul hakkı dışındaki bütün günahları affedilir Şehid olmak, herkese nasib olmayan büyük bir şereftir ve mü’minler için mükemmel bir nimettir. Güzel bir şekilde yaşamak, ondan sonra Allah yolunda O’nun rızası için şehid olmak, her mü’minin hayal ettiği bir mutluluktur İman sahibi olan insanın böyle bir şuur ve düşünce ile yaşaması, Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından ne kadar güzel bir şekilde övülmüştür: ‘Şehid olmayı Yüce Allah’tan samimi olarak dileyen kimseyi, Allah, rahat yatağında vefat etse bile, şehidlerin derecesine eriştirir.’ ”
Bu tür açıklamaları okuyunca, dini hayatının merkezine koyan bir insanın “şehit” olarak ölmeyi arzulamasında şaşılacak hiçbir şey olmadığını anladım. Kelimenin gerçek manasını ise Mavi Marmara yolcularıyla yaptığım söyleşilerde onların hayatlarını, düşünce ve algı biçimlerini anlayınca kavrayabildim ancak.
Onlara göre, “şehit” olmayı istemek hayatın bütününü içeren çok kapsamlı bir olguydu. En önemlisi de şehit olarak ölmek için bütün bir ömrü şehit gibi yaşamak gerekiyordu. Ne yalan söyleyeyim ‘Şehit gibi yaşamak,’ deyimini de ilk defa bu yolculukta duydum. Ve anladım ki: Benim, “Erdemli bir şekilde yaşayıp erdemli bir insan olarak ölmek.” dediğime onlar, “Şehit gibi yaşayıp şehit gibi ölmek.” diyorlardı.