Bölüm

Filistin’e gidecek diye o kadar mutluydu ki: Nejdet Yıldırım

1978, İstanbul-31 Mayıs 2010, Gazze yolu-uluslararası sular

İstanbul’da doğdu. Aslen Malatyalı. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 2005 yılında İHH İnsani Yardım Vakfı’nın Eczane Bölümü’nde çalışmaya başladı. İki yaşındaki Melek Nur’un babasıydı.

Yolda giderken, ‘Allah’ım,’ dedim,
‘hadi uyandır beni bu rüyadan…
Ne kadar acı bir rüya bu, ne kadar acı.
Bir uyansam bu rüyadan, n’olur uyanayım!’ ” Refika Yıldırım, eşi

27 Eylül 2010, İstanbul

Refika Yıldırım… Melek Nur’un annesi, Nejdet Yıldırım’ın üç yıl önce evlendiği eşi…

Su gibi bir genç kadın… Nasıl anlatsam size onu bilmem ki?… Kayalardan su sızar hani… Nereden geldiğini görmezsiniz… Refika’nın gözyaşları ve yürek burkan sesi de kaya gibi gerçeğin esrarengiz bir boyutundan çıkıp sızıyor yüreğinize… Bazen gülüyor, bazen ağlıyor… Ama gözyaşları hiç dinmiyor, kendisi bu durumun farkında değil… Sorularımın hepsine cevap veriyor, ama sanki ne sorduğumu duymaz gibi; bana bakıyor ama sanki beni görmez gibi… Karşımda duruyor ama yok gibi… Başka bir boyutta o… Bilmediğim, bilmek de istemediğim bir boyutta… Kopkoyu karanlık bir boyut…

O karanlığın bu genç kadını yutmasını engelleyen tek şey Melek Nur’dan sızan ışık huzmeleri… Onlar da olmasa…

Son yıllarda sürekli darbe yemiş Refika, önce babası ölüyor, ardından annesi… Tam toparlanmaya çalışırken hem annesinin hem de babasının yerine koyduğu eşi… Bir yandan kendime de şaşıyorum onu dinlerken… Bu kadar dayanıklı olabileceğimi bilmiyordum doğrusu… Yüreğim parçalanacak gibi acıyor ama yine de “gazeteci abla” rolümün hakkını vererek sorular sorabilmeme ben bile şaşırıyorum…

Ben araya hiç girmeyeceğim… Bu hikâyeyi Refika anlatsın size:

Refika Yıldırım: Sanki her an çıkıp gelecekmiş gibi… Hani bir anda bir şimşek çakar ya, ne olduğunu anlayamazsınız… Sadece bir korku salar size ve şimşeğin düştüğü yer yanar… Çok büyük bir acı olur ama anlamazsınız… Zaman geçtikçe enkaz kalır geriye.

Ne olduğunu tam olarak anlayamıyorsunuz ilk günlerde. Sadece gözünüzün önünde eşiniz. Başka bir şey yok.

Gözlerimde sadece hep Nejdet Bey var, hep onu görüyorum, onu görmek istiyorum…

Bir de evladınız var, yüreğiniz kanasa bile ona dönüp gülümsüyorsunuz…

Çocuk çok farklı bir şey; mecbursunuz ayakta durmaya.

Nejdet Bey, gideceği günün sabahı kızımızla beni, Malatya’ya ailemin yanına gönderdi. Havaalanına kadar götürdü bizi.

Öptü… Vedalaştık…

Gitmeden önceki gece konuşmuştuk. “En kötü durumda bile en fazla üç ay tutarlar bizi,” dedi… “Ama her şey yolunda giderse en geç yirmi günde döneriz, ben yirmi gün sonra gelip alıcam sizi Malatya’dan,” dedi…

Ben de ilk başta gitmesini istemiyordum ama…

Ama ölüm ve bu şekilde bir saldırı hiç aklıma gelmiyordu.

Kimin aklına gelirdi ki zaten…

Canice bir şey o… En fazla tutuklama olur, diye düşünüyorduk…

Bizi Malatya’ya gönderirken Melek Nur’u öptü… Gitti… Sonra tekrar geldi…

Tekrar öptü Melek Nur’u…

Ben de gülümsedim kendisine… Aklı bizde kalmasın diye…

“İyiyiz biz ya, merak etme, iyiyiz.” dedim…

O da“Ben,” dedi… “sizi Allah’a emanet ediyorum…”

Gitti…

Sonra döndü ve Melek Nur’u bir daha öptü…

Giderken uzun uzun arkasına baka baka gitti.

Ben de… her zaman gülümserdim ona…

gülümsedim… Gitti…

Arkasına baka baka gitti… Sanki bir daha göremeyecekmiş gibi.

Evine, ailesine düşkün bir babaydı… Çocuğuna “bıdığım” derdi…

İşten gelir saatlerce onunla oynardı… Yemek vesaire daha sonra gelirdi.

Gemiyi televizyondan izledim bütün gece. Bir ara dalar gibi oldum. Sonra hemen kalktım. Hani bir on-onbeş dakika.

Telefona bir mesaj geldi.

“Gemi saldırıya uğradı, iki şehidimiz var.” diye…

Ben titremeye başladım o an… Aklınıza geleni dilinizle söyleyemiyorsunuz ama içimden “Kesin o şehitlerden biri Nejdet Bey’dir…” dedim.

Dua ediyorduk sürekli… Vurulduğu gece… Ertesi gece miydi?… Tam bilemiyorum…

Bir gece uyandığımda, içimde o kadar büyük bir acı vardı ki… Nefes alamıyordum…

Hiçbir yere sığmıyordum.

Bir taraftan Melek ağlıyor; onu gezdiriyorum… Bir türlü susmuyor Melek… Saatlerce ağladı… O ağlıyor ben ağlıyorum, o ağlıyor ben ağlıyorum…

Sonra Melek daldı; ben de bir-iki dakikalığına daldım onunla…

Sonra o mesaj geldi…

O kadar büyük bir acı ki… Öyle bir acı ki…

Sanki yüreğime bir hançer saplandı…

Nefes alamıyordum, o kadar acıyordu ki…

Sonra üç gün geçti…

Sürekli vakfı arıyorum. Nejdet’ten haber yok.

Haberleri izliyorum, tutuklananlara bakıyorum, Nejdet’i arıyorum.

Daha sonra Malatya’daki vakfın temsilcileri aradılar. O sırada da uçakların İstanbul’a gelmesini bekliyoruz.

Ben de sabah İstanbul’a gidecektim, Nejdet’ler gelecekti ya gece…

Ordaki ablalar aradı, “Biz size geliyoruz adresi verin.” diye.

Ben de niye geliyorlar ki, herhalde gemi vuruldu diye ailelerle görüşmek istiyorlar, dedim.

O an Nejdet Bey’in arkadaşının annesi aradı İstanbul’dan, “Refika, haber aldın mı, Nejdet vurulanlar arasındaymış.” dedi…

Vakfı aradım hemen “Nejdet Bey vurulanların arasındaymış…” dedim.

Orada telefonu açan kişi “Hayır,” dedi, “vurulanların arasında değil Nejdet Bey, ölenlerin arasında!”

Bu şekilde aldım haberi…

“Öldü!” dedi…

Ben orda kendimden geçmişim… Ambulans gelmiş…

Kayınvalidem de haberi aldı…

Rahmetli, annesine bir “of” demezdi. Annesi “öl” dese, ölürdü.

Annesi de o kadar düşkündü ki Nejdet’e… Yok öyle bir sevgi…

Onun bu sevgisini gördükçe “Allahım ona evlat acısı yaşatma!” diye dua ederdim hep…

O da kendinden geçti haberi alınca.

Mevlam sabrını versin.

Onun en kıymetlisiydi Nejdet. “Nejdet!” derdi, başka bir şey demezdi.

Sabah geldik İstanbul’a…

Tabutun içindeydi Nejdet Bey… Göstermek istemediler.

“Dayanamazsın.” dediler.

Nasıl dayanamazsın; bu haberi duymuşsun, acıyı yaşıyorsun, dayanabiliyorsun, görmeye mi dayanamayacaksın…

Orda baktım… Uyuyordu…

“Güzeldin, iyice güzelleşmişsin.” dedim.

Bi gülümsedi bana…

Uyuyordu… Eşim çok güzeldi.

Mevlam ona ölümlerin de en güzelini nasip etti…

Yolda giderken, “Allahım,” dedim, “hadi uyandır beni bu rüyadan… Ne kadar acı bir rüya bu, ne kadar acı. Bir uyansam bu rüyadan, n’olur uyanayım!

Ama ne yazık ki rüya değil, gerçekti…

Gittik Fatih Camiine… Binlerce kişi… O kadar gurur verici ki… Namazları kılındı… Yürüyerek götürdük defin alanına… Tekbirlerle… Defnettik…

Benim annem vefat ettiği zaman, Malatya’da gelen giden çok olmuştu, Nejdet Bey de herkes gibi hayranlıkla bahsediyordu, “Ne kadar kalabalık bir cenazeydi.” diye…

Bi de kendisininkini görseydi…

Gurur vericiydi…

Çünkü Allah rızası için, sırf insanlara yardım etmek için gitmişti…

Acı çok büyük, ama boşa olmadı… Boşa olmadı… Bu çok önemli… Eşim boşuna da ölmüş olabilirdi. Ama ölmedi ki o, en güzelini nasib etti Rabbim ona.

Onların hepsi en güzel yerlerdeler. Çok iyiler. Buna inanıyoruz… Ki öyle…

Ben Melek Nur’a bakarım, kendime bakarım…

Üç buçuk yıllık evliydik… Mevlam bizi seçti. “Siz seçilenlersiniz!” dedi bize… Bu diğerleri için de geçerli. Altı yüz kişiden dokuz kişiyi seçti.

Ve “şey…” diyorum ki… Bu büyük kazançta biz onlarla ortağız, çünkü onlar gittiler ama asıl acıyı geride kalanlar çekiyor. Mükâfatta, oradaki derecede biz de ortağız…

Herkes şehitliğin bilincinde değil; o mükâfatın bilincinde değil…

Melek Nur’a yetim gözüyle bakıyorlar… O acınacak durumda değil. Tam tersi, o seçilmiş çocuk, Mevlam ona şehit kızı olmayı nasip etti, zor olacak tabii ki…

Babasız büyümek kolay değil. Bir iğnenizi kaybedince onu yüz sefer ararsınız… bu BABA… senin kalen, her şeyin… Zor olacak ama her adımında bir şehit kızı olduğunun bilincinde olacak.

Şehit kızı olmak büyük bir gurur…

Filistin için, yardıma ihtiyacı olanlar için gitti babası oraya, boş bir şey için gitmedi, boşuna ölmedi.

Şehitliğin en yüksek makamını verdi Rabbim onlara. Biliyorsunuz, şehitlik de makam makam, Rabbim onlara en yükseğini nasip etti. İnşallah, o da babasına layık bir kız olur…

Dayanma gücümü imanımdan ve İslam’dan alıyorum.

Elhamdülillah Müslüman’ız. O’ndan geldik O’na döneceğiz…

Dört yıl önce babamı kaybettim. Kalp hastasıydı babam. O zamana kadar ölümü bilmiyordum. Kurulu düzenimiz bozuldu. Tek dayanağımız annem olmuştu…

Babamdan altı-yedi ay sonra da, bir buçuk aylık evliyken, annemi kaybettim. O da trafik kazasında öldü.

Ani bir ölümdü.

Ama o zaman hayatımda Nejdet Bey vardı. Onun omzuna yaslandım…

Onu annemin, babamın yerine koydum.

Mevlam o kadar büyük bir sevgi verdi ki bize…

Bizim evimizde o kadar büyük bir sevgi vardı ki. Rabbim razı olsun, o da otuz bir yaşındaydı ama çok olgundu. İdareciydi. En zor günlerimi onun desteğiyle atlattım. Sonra da Melek Nur geldi…

Şimdi de eşimi kaybettim…

Mevlam, “Birini veriyorum, ötekini alıyorum. Sen yeter ki bu imtihanda sabırlı ol. Tevekkül et.” diyor.

Senden geldik sana döneceğiz. Başka yolu yok. Elhamdülillah Müslümanız. Elhamdülillah imanlıyız.

İnşallah, sabredenlerden olup kazananlardan oluruz. Rabbim mükâfatını versin. Rabbim kabirlerini cennet bahçesi yapsın…

Zor, çok zor…

Acı günden güne daha çok ağırlaşıyor. Onun yokluğu her geçen gün daha çok belli oluyor…

İlk başlarda kalabalık, neye uğradığınızı anlamıyorsunuz…

“Zamanla alışacaksın…” diyorlar… Konuşması kolay… Zor… Ama… Onlar orada iyiler…

Yaptıkları şey çok iyiydi. Boş bir ölüm değildi.

Filistinlileri çok severdi. 2007’de vakıf Filistin’den yüz hasta getirdi. Hepsinin bakımları bizim orada yapıldı.

O hastaların hepsiyle o kadar büyük bir sevgiyle ilgileniyordu ki.

“Onların daha çok ihtiyacı var bana.” diyordu.

“Burada sen kendi vatanındasın, ne zaman ihtiyacın olsa herkes yardımına koşar. Ama onlar öyle değiller, bize emanetler.” diyordu.

Büyük bir özveri ve sevgiyle çalışırdı işinde.

Zaten vakıf işi gönül işidir. Yani, ailenden ödün veriyorsun, bu sadece benim eşim için geçerli değil; bütün vakıf çalışanları böyle… Ne bayramları, ne akşamları vardır. Dokuz-beş mesaisi yapılmaz vakıfta.

Ben eşimin gece yarısı kalkıp gittiğini bilirim. Biz hiç bayram geçirmedik beraber.

İşini öyle büyük bir sevgi ve özveriyle yapardı ki…

Zaten öyle olmasaydı Rabbim böyle şerefli bir ölüm nasib etmezdi kendisine.

Kendine güvenen bir adamdı. Onun bu güveni beni çok etkilemişti. Babamı kaybettiğim için; beni koruyacak, kollayacak, bana o sevgiyi verecek biri olarak gördüm. Yaşı küçüktü ama çok olgundu.

Kader… Mevlam böyle nasib etmiş…

İyi ki de tanışmışız… İyi ki de evlenmişiz.

Çocukken de çok yardımsevermiş… İşe girip de ilk maaşını aldığında, bütün maaşını vererek, mahalledeki çocukların hepsini spor kulübüne yazdırıyor… Mahallede aylak aylak dolaşmasınlar, boş şeylerle zaman geçirmesinler, diye.

O kadar heyecanlı ve mutluydu ki Filistin’e gideceği için.

“Gemiyle gideceğiz.” deyince, ben de “Beraber gidelim, Melek’i de alalım.” dedim. O sadece erkekler gidecek sanıyormuş “Ne işiniz var, bayanlar için değil bu.” dedi.

Daha sonra ben bayanların da gittiğini öğrenince, o da “Bu sefer ben gideyim, gemiler bir daha gidecekmiş; o zaman sizi de götürürüm.” dedi…

Zaten geminin bütün işleriyle Nejdet ilgileniyordu. Bakımdan geçmesi gerekiyordu geminin.

Bir gün eve geldiğinde, geminin işlerinin yavaş gittiği için üzgündü.

“Diğer gemiler yola çıkıyormuş, bizim işler yavaş gidiyor, biz yetişemeyeceğiz galiba.” dedi…

Ben de “Niye sıkıyorsun ki kendini, yüz kişi gündüz çalışıyor, gece de yüz melek gelir. Allah’ın izniyle o gemiyi yol çıkarırsınız.” dedim. “Çıkarırız, de mi?” dedi. “Çıkarırsınız.” dedim.

Nasıl güldü, nasıl hoşuna gitti…

Çıkardılar da…

Çok mutluydu, gemiyle Filistin’e gidecek, oradaki insanları görecek diye.

Yardım götürecek diye…

Nasip olmadı…

Nasıl vurulmuş, nereye götürülmüş bilen yok¹…

Cevdet Abi’yi çok severdi… Onun şehadetini duyunca dışarı fırlıyor; üzerinde kimlik falan yok, kimse görmüyor…

Onun için de Nejdet’i ancak burada tespit edebildiler.

Ben son ana kadar onun yaşadığını umdum.

Ama bir yandan da eşimin haksızlığa hiç tahammülü olmadığını, birine bir şey olsa yerinde duramadığını da biliyordum…

Filistinlileri çok severdi. İsrail’in onlara yaptığı zulmü görüyordu… Hepimiz görüyoruz; ama göz ardı ediyoruz.

Bir de o, buraya tedavi için gelen Filistinli hastalarla birebir ilgilendiği için, o kadar üzülürdü ki onlara… Nejdet Bey’le biz, saatlerce dualar ederek ameliyattan çıkmalarını beklerdik onların… Hatta hastalar iyileşip de Filistin’e giderlerken, “Gidecekler de ne olacak. Kimbilir başlarına yine neler gelecek.” diyerek üzülürdü.

Malatya’daki konu komşu , “Ona mı kalmış oraya gitmek? Daha yeni evliydi, küçük çocuğu vardı.” diye çok söylendi.

Ben de onlara “O, bu, şu dediğimizde; biz, kaybedenlerden oluyoruz. O mazlum insanlar ahrette ‘biz bu kadar perişanken siz Müslümanlar neredeydiniz?’ dediklerinde, ‘Ben kendi canımdan korktum, o kendi canından korktu,’ dersek bizim ahretimiz ne olacak.” dedim…

Hem onlar oraya savaş maksatlı gitmedi ki.

Yardım götürmek için gitti.

Savaş için gitmiş olsalardı, silahlarını alırlardı, savaş için ne gerekiyorsa hepsini alır öyle giderlerdi…

Kadınlar ve çocuklar gitmezdi…

Günlük giyeceklerini aldılar, aileleriyle vedalaşıp gittiler.

Eğer öyle bir şey olsaydı “Sen şimdi memlekete git, ben yirmi gün sonra gelip seni alırım.” demezdi.

“Ben savaşa gidiyorum. Belki dönmem.” derdi.

Ben eşime hep “kahramanım” diye hitap ederdim. Şimdi, “Mevlam bize bilmeden neler söyletiyormuş.” diyorum.

Gerçekten kahraman oldu… Gerçekten…

Makam olarak, Allah’ın yanında peygamberler ve şehitler olacak deniyor. O kadar yüksek bir makam veriliyor. Bunu kim istemez ki…

En güzel ölüm bu…

Çünkü ölüm zaten var.

Bir boş ölüm var, bir de Allah rızası için olan yüksek makamlı bir ölüm var. Makam bu kadar yüksekse neden istenilmesin ki.

Zaten her canlı ölümü tadacaktır. Kaçışı yok bunun.

Yeter ki boş bir ölüm olmasın. Rabbim kazançlı ölümler nasip etsin bizlere de inşallah. Yüksek makam, cennet, Peygamber komşusu…

Bunu söylemek bile insanı ne kadar heyecanlandırıyor.

Çünkü baki olan o; gelip geçici bir dünya hayatı değil. Neden ebediyette güzellik, rahatlık istemeyesin ki… İnşallah onlar kazananlardan oldu, biz de sabrımızla olacağız inşallah.

Melek Nur babasına çok düşkündü. Hergün camda beklerdi babasını. Birden babayı görememek çok fena oldu… Hırçınlaştı. Saatlerce ağlıyor. Kalabalığa götürmüyorum zaten. Ablamlara bırakıyorum. Ben eve geldiğimde bağırıyor, çağırıyor, vuruyor. Bu hırçınlıklarından ötürü psikologa götürdüm Melek Nur’u. “Normal,” dedi… Herkes “Yetim çocuk, bi’şey olmaz, yapsın,” diyerek şımartıyor… O yüzden de çok hırçın bir çocuk oldu. Yine de hamdolsun, o kadar da kötü değil…

Babam nerede, diye soracağı andan çok korkuyordum.

Sonra babasının kabrine götürdüm Melek Nur’u. Yalan da söylemek istemiyordum. “Baban gelecek.” desem o zaman hep bir beklenti içinde olacak. “Niye herkesin babası geliyor da benimki gelmiyor?” diyecek.

Götürdüm kabrine…

“Kızım, bak burada baban.” dedim.

“Babam yorulmuş mu?” dedi.

“Yorulmuş. Uyuyor baban.” dedim.

Daha sonra nerden duyduysa “Babam kahraman oldu.” dedi.

Her ezan okunduğunda “Anne babama âmin yapalım.” diyor.

Derya Abla’ya (Cevdet Kılıçlar’ın eşi) “Böyle bir durumda çocukların büyük olması mı daha iyi, küçük olması mı?” diye sordum. “İkisi de zor Refika. Büyüğüne de bir şey anlatamıyorsun, küçüğüne de. Baba bu sonuçta, istiyorlar işte.” dedi; gerçekten öyle.

Bir dönem, hiç kimse Melek Nur’un yanında “Baba!” demesin istedim. Sonra Mevlam bir güç verdi.

Ölüm hak. Hepimiz öleceğiz.

Peygamberimizin hayatını biz sadece okumak için okumadık. Hayatımıza geçirmek için okuduk. Yaşamadığımız için hep göz ardı ettik… N’oldu…

Mevlam dedi ki “Hadi bakalım bunu hayatına geçir.”

Peygamberimiz de yetim büyüdü, eşini kaybetti, evlat acısı çekti. Kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratıldı, ben kimim ki Dilek Abla?..

Ben annemi kaybettim, babamı kaybettim…

Herkes “Bari birinden biri kalsaydı.” dedi bana…

Seçme şansım olsaydı “eşim kalsın” derdim.

Ama Mevlam’ın takdiri. Mevlam görüyor, “Bunun anası yok, babası yok, eşini de alıyorum. Bir çocukla kalacak.”

Mevlam her şeyi ayarlamıştır. Rabbimin takdiridir, sabırla, tevekkülle bekleyeceğiz. Ondan geldik ona döneceğiz. Başka çaresi yok…

Bazen düşünüyorum da…

Eğer Müslüman olmasaydık, iman kuvvetimiz olmasaydı ne olacaktı?

Yani, giden gitti… Ne annem geldi, ne babam, ne de eşim…

Kitapların yazıldığı, bizimkilerin eleştirildiği söyleniyor.

Ben de diyorum ki onlara:

Her şeyi an be an gördünüz, orada mağdur olanlar bizimkilerdi.

Zalimi savunmak akıl kârı değil.

Bir şey yaparken de bunun ahret durumunu, kendilerini nasıl etkileyeceğini göz ardı etmemeleri gerekir.

Sadece iş için ya da bir yerden bir şeyler alayım diye bu şekilde yazanlara “yazıklar olsun” derim ben.

Melek Nur şimdi hiçbir şey anlamıyor ama
yarın öbür gün bunların yazdıklarını okuyunca etkilenmeyecek mi?

“Babam için bunları nasıl yazabildiler?”
demeyecek mi?…

Çok şanlı bir ölümdü. Mevlam bizi seçti… Biz seçilenlerdeniz.

İman kuvveti bana dayanma gücü veriyor. İmanım olmasa dayanamazdım zaten.

Ama dayanamadığın zaman ne olacak? Gidenler dönmeyecek ki…

Hem aynı acıyı çekeceksin hem de ahretini kaybedeceksin…

Eş-dost çok destek oldu. Sizin gibi hiç tanımadığım candan birçok kişi tanıdım. Vakıftakilerden de çok destek aldım, zaten hepsini tanırdım, aile gibiydik.

O benim… annem, babam, beyim her şeyimdi… özlemi çok… çokkk… tek tesellim de orada iyi olduğunu bilmek.

  1. BM Raporu: (128.Madde): İstanbullu bir Türk vatandaşı olan 31 yaşındaki Necdet Yıldırım’ın nerede ve nasıl öldürüldüğü hâlâ belirsizdir. Necdet Yıldırım biri göğsünden, biri de sırtından olmak üzere iki kurşun yarası almıştır. Kurşunların yönünün yukarıdan aşağıya doğru olduğu tespit edilmiştir.

Nejdet Yıldırım’ın Otopsi Raporu:

  1. Sağ memenin 8 cm üstünde 1 adet mermi girişi tespit edilmiştir. Bu mermi sağ akciğeri ve sol akciğer üst bölümünü parçalayarak vücudu terk etmiştir.
  2. Gırtlak altında mermi çıkış yarası tespit edilmiştir.
  3. Sağ omzunda mermi çıkış yarası tespit edilmiştir. Buradan giren mermi kaburga kemiğini kırarak gırtlağından çıkmıştır.
  4. Sağ göğsün üstünde mermi giriş yarası tespit edilmiştir.
  5. Sağ uyluğunda 20 cm derinliğinde bir delik tespit edilmiştir.
  6. Vücuduna 2 adet ateşli silah mermisi isabet ettiği tespit edilmiştir.
  7. Rapora göre kişinin ölümü ateşli silah yaralanmasına bağlı kaburga ve göğüs kemiği kırıklarıyla birlikte iç organ yaralanması sonucu meydana gelmiştir.

Bir yıl sonra

Nasılsın Refika?

Elhamdülillah iyiyim Dilek Abla… Zaman geçtikçe, acı dinmiyor; katmerlenerek artıyor…

Mavi Marmara olayının geldiği nokta ile (mesela hâlâ dava açılmamasıyla ilgili olarak) söylemek istediklerin var mı?

Söylenecek çok şey var da… Gücüm yok konuşmaya… Yıldönümü yaklaştı diye gazetelerden de çok arıyorlar, hiçbiriyle konuşmuyorum, çünkü o günlere geri dönüp aynı şeyleri yaşamak, anlatmak çok acıtıyor.

Melek Nur nasıl?

Daha iyi hamdolsun… Aklı erdikçe babasını daha da çok arıyor tabii…

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın