Bölüm

İskenderun’un gülümseyen yüzü: Cengiz Akyüz

1969, Mardin-31 Mayıs 2010, Gazze yolu-uluslararası sular

Mardin Midyat’ta doğdu. Furkan (14) ve Beyza (12) ve Kardelen (9) isimlerinde üç çocuk babasıydı. On üç yaşından itibaren on yıl boyunca eczanede çalıştıktan sonra inşaat sektörüne geçti. Filoya katılım formunda yardım edebileceği alanları “inşaat işleri” olarak belirtmişti.Gazze’de yaşayan evsizler için bir şeyler yapmak isteyen Akyüz, bu konvoya neden katıldınız sorusunu ise “Allah için.” diyerek özetlemişti.

Eğer zulme karşı sessiz kalırsak
günün birinde o zulmün daha acısını
bizler de yaşarız.” Nimet Akyüz, eşi

2 Temmuz 2010 – İskenderun

Cengiz Akyüz’ün eşi Nimet Akyüz anlatıyor: Yedi kardeştiler. Maddi sıkıntılardan dolayı okuyamamış. On üç yaşında bir eczanede çalışmaya başlamış. Okumayı çok isterdi. Zeki bir insandı; çok iyi satranç oynardı, inanılmaz bir matematik hafızası vardı. Öğretmen arkadaşlar çözemedikleri soruları ona getirirlerdi… Ailesine de hep destek oldu. Maddi anlamda herhangi bir korku taşıdığını hiçbir zaman görmedim. Hep, “Rızkı Allah veriyor, biz sadece çalışıyoruz, nasip edileni yiyoruz.” derdi. Beş lirası varsa yarısı bir başkasına verilmeliydi mutlaka. Kim ne isterse… Ki burada pek çok maddi sıkıntı çeken arkadaşa borç verdiğini de biliyorum. Hatta giderken şunu da söyledi: “Bütün borçlarımı ödedim, hiç kimseye borcum yok, alacağım var. Bana bir şey olursa hiç kimseden bir şey istemeyin, getirir kendileri verirlerse verirler; vermezlerse zaten ihtiyaç sahiplerine vermiştim, hiçbir şekilde onlardan istemeyin.” dedi. Geniş bir gönlü vardı. Allah da istediği her şeyi ona nasip etti. İyi yaşadı. Kaliteli iyi bir hayatı oldu. Tam istediği gibi yaşadı hayatını.

Boşu boşuna ölmekten çok korkardı. “Hiçbir şey yapmadan yatakta öylesine, sıradan, anlamsız bir ölüm olmasın.” derdi. Bunu o kadar yürekten istemiş ki gerçekten de anlamsız bir ölümü olmadı.

Ölüm haberini nasıl aldınız?

Saldırı olduğu anda sabah namazındaydım… Habersizlik feci bir şeydi. Önümüze gelen herkese yalvarıyorduk. Ölüm listesinde bile olsa, sadece bir isim istiyorduk. Buradan tanıdığımız dört arkadaştan ikisinin ölüm haberi geldi, sonra bunlar yalanlandı. Eşleri perişan oldular; hatta “Eğer öyle bir şey olduysa kendimi öldürürüm.” diyen dahi vardı. Biz de her gördüğümüzü eşime benzetiyorduk… Şurası benziyor, burası benziyor, diyerek televizyonu donduruyor, resimleri karşılaştırıyorduk. O üç gün bizim için feciydi. En sonunda yavaş yavaş umudumu kaybettim. Hiçbir listede adının geçmemesi demek.

Sürekli ölüm haberleri geliyordu ama isimler yoktu. En sonunda, Türklerden dokuz kişinin öldüğü kesinleşti… Gece saat üç gibi uçak İstanbul’a indiği zaman iyice kaybettim umudumu. Çocuklar uyuyorlardı. Bilmiyorum neden, kızımı kaldırdım, ona söylemek ihtiyacı duydum herhalde. “Beyza, uyan… Babanız gelmeyecek.” dedim… “Niye anne?” dedi. “Uçaktan inenler içinde yok.” dedim. Bakıyorum kameralar uçağın içerisine girmiş, benzer birisi yok, ölüm listesi de tam değil. Yaralılar inerken de seyrettim. Hiç uyumadım o gece, uçak Ankara’ya gelirken de baktım. Zaten, eşimi bekleyen çok büyük bir kalabalık vardı orada, ailesi de İstanbul’daydı. Gelseydi hemen haber verirlerdi.

Çocuklarınızın tepkisi ne oldu?

Babalarına çok düşkünlerdi. Onları teselli etmek, bu duruma alıştırmak çok zor oldu. Çok sarsıldılar. Küçük kızım zaman zaman suçluyordu babasını. “Gitmeseydi, niye gitti anne?… İsrail zaten tehdit etmiyor muydu?” diyordu. Olayın şokuyla bir süre yaşadık bunu, ama şu an çok şükür, çocuklar da bunu anladı.

Nasıl teselli ettiniz peki?

Nerede olursak olalım ölümün bir gün gelip bizi bulacağını çocuklara anlatmak çok önemliydi. “Eceli gelen insan mutlaka bir şekilde ölür. Sizin babanız şerefli bir şekilde öldü ve cennete gitti inşallah.” diyerek teselli ettik. Çok şükür ki ağlayıp feryat eden herkesi susturan benim çocuklarım oldu, “Ağlamayın, feryad etmeyin, bağırmayın. Çünkü babamız cenaze başında feryat edenden hoşlanmazdı.” dediler. Zaten babaları da hep, “Bana bir gün bir şey olursa ağlamayın. Sakin olun. Sükûnetinizi muhafaza edin.” derdi.

Olayı konuşuyorlar mı hiç?

Olayı konuşmuyorlar ama babalarının esprilerini, evdeki yaşantısını, yaşam tarzını, her daim hasretle anıyorlar. Ama artık bir “keşke”leri, “niye gitti, gitmeseydi” sözleri yok. Bu, beni mutlu ediyor. Normale dönmeleri açısından çok önemliydi çünkü. Babalarını suçlayan çocuklar olmalarını istemiyordum. İsrail dendiği zaman artık İsrail’i çok iyi tanıyan üç çocuğum var. Televizyonda “Filistin” lafı geçince dikkat kesiliyorlar ve “Anne bak, İsrail Gazze’ye tekrar saldırmış.” diyorlar. Umarım dünyaya da bir şeyler anlatmıştır bu olay…

Çevrenizden ‘Ne işi vardı orada?’ tepkileri aldınız mı hiç?

Evet, toplumun belli kesimlerinden bu tür tepki gösteren çok oldu… Bunu söyleyenler İsrail’in kendi sularına girmemiş bir gemiye müdahale ettiğini hep es geçiyorlar.

Başından beri konuyu bu şekilde gündeme getirenler çok. Hele medyada, sürekli bu gündeme getiriliyor. “Niçin gidildi? İsrail, onları vuracağım dememiş miydi?” diyorlar. Peki, İsrail kim? Ortadoğu’nun hükümdarı mı? Nüfusu birkaç milyondan öteye geçmeyen bir İsrail midir sizi bu kadar korkutan? Orada acılar içerisinde kıvranan binlerce insan var. Bilgisayarda oyun oynar gibi insan öldürüyorlar. Kameraları ayarlamışlar, aç bir Filistinli sınırı geçmeye çalıştığı zaman o kameralarla o insanı hedef alıp “Tam 12’den vurduk!” diye sevinç çığlıkları atıyor. Bu zulme duyarsız kalan tüm insanları esefle kınıyorum. Vicdanlarına sorsunlar, diyorum, başka da bir şey demiyorum.

Ayrıca, “Orada ne işleri var; Arapların derdi onlara mı kalmıştı?” demek ırkçı bir zihniyeti temsil eder. Dünya kaynayan bir kazana benziyor. Bir gün bu savaşın içinde bizim de olmayacağımız, Filistin’in uğradığı saldırıya uğramayacağımız ne malum? İnsanlar bunu bir düşünsün. Filistin’deki bir annenin, bir babanın, bir çocuğun yerine sadece beş dakika kendimizi koyalım.

Ama yine de… Eşinizi göndermemeyi düşündünüz mü hiç?

Eşimin en büyük üzüntüsü, şu son bir-bir buçuk yıldır Gazze’de yaşanan olaylardı. Burada yemek yerken, herhangi bir haber geçse onlarla alakalı, iştahı kapanır, yemeği bırakıp sofradan kalkardı. Oradaki insanlar için defalarca ağladığını gözlerimle gördüm. Hal böyle olunca o insana da “Gidemezsin!” diyerek engel olmak mümkün değil. Zaten kafaya koymuştu. Her şeyini hazırlamıştı. “Mutlaka gitmeliyim!” derdi.

Üstelik, bundan önceki konvoya izin vermemiş, “Gidemezsin!” demiştim. Cengiz, o konvoyu uğurlamaya gitti. Döndüğünde çok üzgündü ve “O konvoyda ben de olmalıydım.” dedi. Yani, uzun süredir bunun özlemini yaşayan bir insandı. Bu organizasyona başvurduktan sonra da her gün İHH’yı arayarak adının çıkıp çıkmadığını sordu. O kadar hevesliydi yani…

Yine de zaman zaman, “Göndermese miydik, engeller mi çıkarsaydık?” diye sorguluyorum kendimi. Ama sonra… Dünyanın çeşitli köşelerinde her gün işlenen zulmü ve buna karşı Allah’ın hesap soracağını düşünüyorum… Eğer zulme karşı sessiz kalırsak günün birinde o zulmün daha acısını bizler de yaşarız. Allah’ın adaleti budur. Eğer susarsan günün birinde sıra mutlaka sana gelir.

Aslında, çoğu kez de “Gitmene gerek var mı, bak yüzlerce insan gidiyor. Şimdi gitme, yazın işlerin yoğun, ikinci üçüncü gemi de kalkacak, onlarla birlikte gideriz.” dedim. Ama o her seferinde büyük bir ısrarla, “Bu fırsatı kaçıramam. Birinci konvoya izin vermediniz ama bu sefer ne olursa olsun gitmeyi istiyorum.” dedi.

Çevreden de “Gitme!” diye çok ısrar edenler oldu. Onlar, “Çocuklarını hiç düşünmüyor musun?” dedikleri zaman; “Ya, niye bu kadar korkuyorsunuz, bu bir yardım gemisi sonuçta ve biz de inşallah ölüme gitmiyoruz ki… Allah’a emanet ediyorum ben çocuklarımı, anneleri de var, bize de bir şey olmayacak zaten.” diyordu.

Bu anlattığınız, ‘bile bile ölüme gittiler’, iddialarına da bir cevap sanki…

Valizini hazırlarken, “Çok fazla eşya koymuşsun.” dediğinde, “Belki İsrail sizi bir ay denizin üzerinde bekletir.’ dedim. O,”Yok,” dedi, “en fazla on beş gün içinde bu yükü indirip geleceğiz inşallah; en fazla on beş gün. Planlarımız, programlarımız var, onların hiçbirisi aksamayacak.”

O zaman aklıma, Bülent Yıldırım’ın gemi hareket etmeden önceki konuşmasında, “Bize bir şey olursa sokaklara dökülün.” demesi geldi. Bu çok dikkatimi çeken bir cümleydi. “Bak, Bülent Yıldırım da iyi şeyler söylemiyor. Onların da bir takım endişeleri var; İsrail’in saldırma ihtimali belki de yüksek.” dedim. Cengiz de “O kadar diplomatın, 32 ülkeden insanın olduğu bir gemiye İsrail saldıramaz. En fazla yük gemilerini alır.” dedi.

Beraber gideceği arkadaşlarına da “Ya saldırırlarsa?” diye soruyordum. Onlar da “Saldırırsa bile en nihayetinde şehadet vardır.” diyorlardı. Yani, “Bizim hangi niyetle gittiğimizi en iyi Rabbimiz bilir.” düşüncesiyle çıkmış yola. Arkadaşlarına da “Geri dönemesek de en azından o yollarda şehit oluruz.” demiş. Ama bize hiç bahsetmedi bu düşüncesinden. Herhalde korkmayalım, endişelenmeyelim diye.

Fakat şu da var: Eğer öleceğini gerçekten düşünmüş olsaydı “Oradaki işçilerle görüşeceğim, kışın yine gidip altı ay inşaat işçisi olarak çalışacağım.” demezdi herhalde… Üstelik spor ayakkabılarıyla gitti… “Hava çok sıcak, normal ayakkabılarını giy.” deyince, “Hayır, limana yanaştığımız anda o yükleri kim indirecek, biz yapacağız o işleri. Rahat hareket edebilmek için bu ayakkabılarla gitmeliyim.” dedi.

Yani oraya varacağı ve bu yükleri indireceği düşüncesi hâkimdi ona. Konu açıldığında “En fazla yük gemisini vurur. 600 kişinin olduğu gemiyi vuramaz. Bizi vurması demek, bu kadar ülkeyi karşısına alması demektir.” diyordu her defasında.

Vedalaşırken neler söyledi?

”Birazdan yola çıkacağız. Kendinize iyi bakın. Çocuklar mutlaka okusunlar. Namaz konusunda titiz olsunlar, daimi olarak kılsınlar, dikkat etsinler.” dedi vedalaşırken. Ailesini ve buradaki arkadaşlarını da aramış, “Bana bir şey olursa çocuklarım size emanet; onlara bakın, arasıra arayın.” demiş. Ama bunu yola çıkan herkes der… İlle de ölmeyi istemek gerekmiyor böyle konuşmak için…

Bazıları da “Direnmeselerdi öldürülmezlerdi.”diyorlar, siz ne dersiniz?

O gemide sadece, ellerindeki birkaç sopayla direnen bir avuç insan vardı. Gemilere el konulabilirdi, bu insanlar tutuklanabilirdi ama asla bir ölüm olamazdı bu gemide. Çünkü Mavi Marmara, bir savaş ya da korsan gemisi değildi. Furkan on dokuz yaşında, elinde sadece bir fotoğraf kamerası olduğu için önce feci şekilde dövülüp, sonra öldürülen o çocukcağız… Buna kim ne anlam yükleyebilir ki?!

Klasik bir söylem olacak ama Cengiz gerçekten iyi bir insandı. İskenderun çok karma bir yerdir. Her kesimden o kadar çok insanla öyle güzel diyalog kurmuştu ki herkes ağladı ardından… Zaten o herkesi severdi. Komikti, espriliydi… Arkadaşları ona “İskenderun’un gülümseyen yüzü.” derlerdi…

Tek derdi, yardıma muhtaç insanlara yardım edebilmekti… Hayatı hep bunlarla geçtiği için Allah onu özellikle seçip gönderdi oraya, diye düşünüyorum. Ben o gemide hayatını kaybedenlerin hepsinin böyle olduğuna ve şehit olduklarına can-ı gönülden inananlardanım.

Sizce nedir şehitlik?

Eşim zaten bir şehit gibi yaşardı. Şehit olmak için illa bir savaşa gitmek gerekmiyor. Allah için insanlara yardım etmek gerekiyor. Dünyanın herhangi bir bölgesindeki bir mazluma yardım götüren insandan daha iyi niyetli bir insan olabilir mi?

Dünyanın pek çok yerinde acı var, neden ille de Filistin?

Aslında dünyanın her yerindeki bütün zulümler çok önemliydi onun için. Ama bir düşünün; şu coğrafyada Filistin kadar ezilen başka bir ülke görebiliyor musunuz? Ben göremiyorum… Bir hastanın kolundan şırıngayla kan alamayacak kadar mağdur kaç tane ülke vardır?

Hani genelde, klasik bir söylem vardır: “Türkiye’deki fakirleri niye görmüyorsunuz?” derler… Ya, siz onlarla kendinizi nasıl kıyaslayabiliyorsunuz? Bunun için insanda gerçekten biraz vicdan, merhamet olması lazım.

İki ülke askeri bazda savaşırsa buna kimse bir şey diyemez. Bir Filistin ordusu olur bir de İsrail ordusu ve ikisi birbirini yıllarca yer bitirir. O ayrı bir şey. Ama burada sivil halk bombalanıyor. Bakın, daha dün haberlerde seyrettim, yine bombalamışlar Gazze’yi. Yüzlerce yaralı ve bir de ölü var. Filistin bunu her gün yaşıyor.

Bu ne Çeçenistan’a ne Irak’a benzer. Filistin’in sorunu kırk-elli senelik bir geçmişe dayalı ve İsrail dur durak bilmiyor. Bombalarla yerle bir edileli neredeyse iki yıl olacak; söyler misiniz şimdi, bir tane taş üzerine taş konabilmiş mi Gazze’de?

İsrail’in kontrolü altında yapılan yardımlarla sadece yumuşatıcı deterjan gibi anlamsız, insanların bir işine yaramayacak, hayati sorunlarını çözmelerine yardım edemeyecek ne varsa o girebiliyor içeri. Bu giden yardım; inşaat malzemesi, tıbbi cihaz ve ilaçtı. Eşim üç gün boyunca kaptana inşaat malzemelerinin, çimento ve demirin, yüklenmesi için yardım etti.

O kadar duyarlı bir insandı ki Cengiz, mesela bir gün pazarda alışveriş yapıyorduk. Üç-dört yaşlarında bir çocuk ağlayarak aşağı doğru koşuyordu. O kadar insan sadece bakarken, sadece benim eşim o çocuğun arkasından koştu ve çocuğu yakaladı. Sonra çocukla beraber bütün tezgâhları gezerek annesini buldu. Ben,“Onca insan seyrediyordu sana mı kalmıştı?”, dediğimde “O çocuğun kaybolduğunu anlamıştım, öyle durup seyredemezdim ki.” dedi. Yani, böylesine duyarlı bir insan böyle bir insanlık dramının yaşandığı ülkeye karşı asla kayıtsız kalamazdı. İHH değil, kim götürürse götürsün onunla giderdi. Bir Hristiyan kuruluşu olsa yine giderdi.

Olayın medyada yer alış biçimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

İlk gün çok büyük tepki vardı ama hemen sonra İsrail’in gönlünü yapmak için çark etmeye başladılar. Sanki bir savaş gemisini çıkarmışız gibi tepki gösterdiler. Hiç kimse de demedi ki “İsrail onları uyardı madem, niye sularına girene kadar beklemedi?”; bunu yazacaklar mı diye uzun süre bekledim.

Böyle söyleyenlerde insanlık tamamen iflas etmiş durumda. Bir yardım gemisi ve içinde dokuz ölü, elliden fazla yaralı. Güneşin altında saatlerce kalmış, her türlü hakarete uğramış yüzlerce insan… Böyle bir şey dünyada ilk defa oluyor. Sadece bir yardım organizasyonuydu bu. Bir hastanın yarasına merhem sürmek, evsizlere ev yapmak, hastane kurmak… Bu kadar ağır bir suç muydu bu? Hadi, İsrail’e göre bu bir suçtur. Peki, bize göre niye suç? Ben bu anlamda Türk medyasını berbat buluyorum. Köşe yazarlarının çoğu dalkavuk, İsraillilerden daha fazla İsraillileşmiş, Siyonistlerin ekmeğine yağ sürmek için bin takla atan insanlar.

Medya patronları ise zaten İsrail’in kuklası! İsrail’in her tür neşriyatını Türkiye’de yayınlayan insanlar “İsrail suçlu!” derler mi hiç. Daha fazla ne söylenebilir ki artık bunlara.

Ya Fethullah Gülen’in ‘Otoritelerden izin alınmalıydı.’ açıklaması karşısında ne hissettiniz?

Ondan beklenen cevabın bu olduğunu düşündüm. Yani beni şaşırtmadı.

Neden?

Çünkü oldu bitti böyledir. Filistinlileri terörist ilan eden insanlardır bunlar. Bakın Afrika’nın en ücra köşesinde okulları var. Filistin’de bir okulları var mı, hiç duydunuz mu? Yapamazlar. Çünkü onların nezdinde terörist Filistinlilerdir…

Ben kendi ülkesini savunan insanlara “terörist” diyen bir insanı ilk kez tanıdım hayatımda. O da Fethullah Gülen’dir. Ve o, “Otoriteye niye başkaldırıyorlar.” diyebilecek kadar ileri gidebilen bir insandır. Onlar, “Gelene ağam gidene paşam” felsefesine sahiptir. Onlara dokunulmasın da ne olursa olsun… İsrail’i bir devlet olarak tanıyan bir zihniyet! Ne düşünürsünüz? İsrail bir devlet midir? İsrail terörist bir örgüttür. Çünkü devletlerin kanunları ve hukukları olur. Hukuk ve kanun tanımayana devlet denir mi?

Bu gemide, onun okulunda çocuğu olan arkadaşımız da var. Arayıp da bir “Geçmiş olsun.” demedi; başsağlığı dilemedi. O arkadaşımızın, dört çocuğu onun okulunda okumasına rağmen ve aileyi çok iyi tanımalarına rağmen.

Peki, Arap ülkelerinin tepkisizliği ya da İsrail ile işbirliği yapmaları konusunda ne düşünüyorsunuz?

Arap ülkeleri korkuyorlar. Ben burada Ürdün televizyonuyla da konuştum ve onlara dedim ki: “Biz korktukça, bu kadar pısırık oldukça, bu kadar geri adım attıkça, bu kadar İsrail ile iyi ilişkiler yürütme çabası içinde oldukça, İsrail günün birinde tüm Ortadoğu’nun başına bela olur. Bu da çok yakın gelecekte olacaktır.

Ama İsrail’i silahları güçlü kılmıyor. Sizin korkularınız güçlü kılıyor. Siz korktukça o güçlendi. Onun silahları ne ki? Askerlerinin ne kadar korkak olduğunu bütün dünya gördü. Bütün o gelişmiş silahlarına rağmen, hüngür hüngür ağladılar ele geçirilince.”

Hükümetin yaptıkları sizce yeterli mi?

Bu durum bir başka ülkenin başına gelseydi İsrail büyük bir savaşın içinde bulurdu kendisini. Veya daha büyük ambargolar uygulanırdı. Ama sadece bir başbakanın çıkıp biraz konuşması, biraz kınaması…

Biz günlerce ölü ve yaralılarımızı zar zor getirdik. Bunu bütün dünya gördü. Üç gün boyunca eşimi her yerde aradık. İçişleri Bakanlığına, Dışişleri Bakanlığına defalarca “Sadece bir isim…” diye yalvardık. Böyle bir devlet olamaz! İsrail bütün bunları bildiği için bu kadar güçlü. Korkmuyor, çünkü karşısında ona direnebilecek, başkaldırabilecek insanlar olmadığından çok emin. “Yine gelin yine vururum. Tekrar tekrar vururum ve asla da özür dilemem.” diyor.

Bu saatten sonra da özür dilese ne olacak, o da ayrıca düşünülür. Ama Türkiye’nin attığı geri adımı ve İsrail’in koşarcasına attığı ileri adımları hep birlikte gördük. Eminim diğer görüştüğünüz ailelerden de aynı cevabı almışsınızdır. Biz gerçekten eşlerimizle gurur duyuyoruz.

Eşlerimiz şu an yaşasaydı, aynı yola yine gitmek isteyeceklerdi. “Keşke”lerimiz falan yok bizim. Niye gittiler, diye bir sorumuz yok. Ne İHH’yı ne devleti suçlamıyorum. Ama böyle bir olay karşısında bu kadar duyarsız kalınmasını ve bu kadar kolayca unutulmasını esefle kınıyoruz. Bunu hükümet ve devlet bazında da söylüyorum. Senin dokuz tane vatandaşını öldürmüş bu insanlar ağır bir suç işlemişlerdir.

Bakın gemilerimiz hâlen gelmedi. Bizi gemiyi otele dönüştürmekle tehdit ediyorlar. Dokuz kişinin kanının aktığı Mavi Marmara’nın bir otele dönüştürüldüğünü ve turistlere peşkeş çekildiğini düşünebiliyor musunuz? Hükümet hâlen İsrail ile iyi ilişkiler peşinde mi olacak?

Tamam, teşekkür ettiğimiz, minnettar olduğumuz yanlar da var. Evet, ilgilendiler. Hükümet ilgilenmeseydi, cenazelerimize bile ulaşamayabilirdik. Açıkçası, ben bundan bile bir ara umudumu kesmiştim. Denize attılar ya da bir şekilde yok ettiler, geride kalan yüzlerce insan da cezaevlerinde aylarca bekletilecek diye endişelendim… Dolayısıyla, bu anlamda hükümetin attığı bir takım aktif adımların olduğu da bir gerçek. Ama bu çok da yeterli değil. Kesinlikle değil.

Neydi bu eksikler, neler yapılmalıydı sizce?

Madem İsrail bu kadar tehditler savuruyordu. Devlet temelinde buna bir şekilde karşılık verilmeliydi. Bunu hükümet ne şekilde yapabilirdi bilemiyorum ama gemide hayatını kaybeden insanlara ve ailelerine, yani bizlere çok büyük haksızlık yapıldı; bu askerler mutlaka bir yerlerde yargılanmalı ve cezaya çarptırılmalı.

Bakın yıllar sonra Bosna-Hersek’teki Sırpları yargılıyoruz. Bizim de bir on yıl beklememiz mi lazım geliyor bu katillerin yargılanabilmesi için… Bu anlamda hükümetten de çok daha aktif adımlar bekliyorum. Eğer yapılacaksa bugün yapılmalı bu. Yazar-çizerlerin, halkın ve sokaktaki insanların göstermiş oldukları tepkiler çok da önemli değil. Bunu yapacak olan devlet güçleri ve hükümettir.

Türkiye’nin ne kadar yalnızlaştırıldığının hepimiz farkındayız. Yalnız bir bir ülkeyiz. Savaş olsun, demiyorum ama bu ağır zulmün bir bedeli olmalıydı. Doğrusu hükümetten bu kadar acziyet beklemiyordum. O ilk günkü heyecanla güzel konuşmalar yapıldı, ama orada kaldı.

Dünya gündeminin tam ortasına oturmuş bir meseleydi. Böyle bir meselede Türkiye’nin tavrına bir bakın, “Özür dile, tazminat öde!” İsrail’in ödediği tazminatla bu insanların acısı dinecek mi zannediyorsun. Bu, ölen insanlara hakaret gibi bir şey… Katleden askerler belli, tespit edilmişler. Ne yapılacaksa yapılmalı, çünkü bu bir kan davasıdır. Bu yapılanın cezasız kalmasını istemiyoruz. Burada, davayı sadece Allah’a havale edip oturan insanlar yok ki. Hepimiz savcılığa suç duyurusunda bulunduk. Daha ne gerekiyor ki.

Sadece kınamakla “Özür dile!” demekle olmaz! Yaptırımlar olsun, bir şeyler fiiliyata geçirilsin, bizim de içimiz rahat etsin. “Arkamızda bir ülkemiz, bir devletimiz var, yaptığı şeyler de bunlar.” diyebilelim.

Çocukları Cengiz Akyüz’ü anlatıyor

Beyza Akyüz: Babamın vefatından ve şehitler buraya geldikten sonra anlamaya başladık Gazze’deki çocukların çektiklerini. Bizim ailemizden sadece bir kişi ayrıldı, ama oradaki ailelerden belki dört, belki beş kişi ayrılıyor. Ve onlar sürekli bununla yaşamak zorundalar, çünkü oradaki zulüm devam ediyor. Buna insanların dur demesi lazım, ama herkes kendi derdinde. Bir boykot çalışması oluyor, iki gün sonra bitiyor. Hemen unutuyorlar. Sözün bittiği yerdeyiz, söyleyecek hiçbir şeyimiz yok.

Sence insanlar neden böyle?

Çünkü hepsi bir alışveriş içerisinde! İsrail, deyince herkes korkuyor. Birden yüzleri kızarıyor. İnsanlar ellerine geçen her fırsatta İsrail’i savunmaya geçmek istiyor. Çünkü İsrail kendisini çok büyütmüş. Aslında bütün ülkeler el ele verseler, bir araya gelseler bu zulüm biter diye düşünüyorum. Ona yardım edenler yardımı bitirse, kısıtlasa, bu zulüm kalkar belki.

Furkan Akyüz: Çok üzgünüm; sonuçta babamızı kaybettik. O kadar kolay bir şey değil bu… Ama aynı zamanda da gururluyum. Babamla çok iyi arkadaştık. Haberlerde İsrail’in Filistin’i bombaladığını gördüğü zaman, o hep oraya gitmek ve zulme karşı bir şeyler yapmak isterdi. Belki birlikte gideriz, diye umutlanıyordum ama olmadı… Ben de o yola gitmesini istiyordum… da… Böyle bir şey olacağı kimin aklına gelir… Babam gittikten sonra anneme diyordum ki, “İsrail’in botları babamın yolunu kesecek, sorgu yapacaklar, gönderecekler. Yardımları yapamadan gelirler.” Maalesef öyle olmadı! Öldü babam.

Saldırı haberini alınca neler hissettin?

Biraz panikledim, çünkü babamı herkes tanıyor; bir yerde zulüm olduğu zaman yerinde duramazdı. Hayatının her safhasında mazlumu korurdu babam. … Saldırı olduğunda babamın ölebileceği geldi aklıma. Korktum… “Şimdi güverteye çıkmış İsrail askerleri ile boğuşmuştur.” dedim. Öyle de olmuş zaten. Üst güverteye çıkmış… Boğuşmuş… Şehit olmuş…

Ben büyüyünceye kadar Filistin İsrail’den kurtulur inşallah. Ama kurtulmazsa ve böyle bir yardım olursa ben de giderim.

Kardelen Akyüz: Babamı çok özlüyorum. Babam bana hep “kuzum” ya da “aşkım” derdi. Beni çok severdi. Ben de onu çok severdim. Onunla çok oyunlar oynuyorduk. Çok özlüyorum onu…

Şimdi çıkıp gelse ne söylemek isterdin?

Onu çok sevdiğimi söylemek isterdim. “Babacığım seni çok seviyorum.” derdim… “Babacığım seni çok seviyorum… çok seviyorum seni babacığım…”

Boynunu hafifçe yana eğiyor ve gülümseyerek boşluğa dalıyor Kardelen. Yüzündeki tebessümü tarif etmek mümkün değil… Sanki… Sanki babasının ruhu gelmişti odaya ve onunla konuşuyordu. Bir sırrı paylaşır gibi fısıldayarak. Bizim fani kulaklarımız ise ardı ardına tekrarladığı o tek cümleden başkasını duymuyordu. “Seni çok seviyorum Babacığım. Çok seviyorum…”

Tarihe geçmiyoruz kardeşim,
tarih yazıyoruz.”
Cengiz Akyüz

Kemal Kamahlı (İHH İskenderun şubesi Başkan Yardımcısı): Cengiz kardeşimiz gerçekten çok insancıl birisiydi. Hiç kimsenin kalbini kırmazdı. Kendisi için yaşamayı da pek sevmezdi. Günlük kazancını biriktirmeden insanlara dağıtmak isterdi. Bu gemi olayında da yine tamamen insani duygularla, yani Allah rızası ile yola çıktı. Amacı, ambargoya maruz bırakılmış yoksunluk içindeki insanlara yardım ulaştırmaktı. Kendisi inşaat işleri ile uğraştığı için, oraya gittiğinde de, birkaç insanın evinde küçük de olsa onarım yaparım diye düşünüyordu. Başka ne yapacaktı ki zaten? İsrail’in bu yaptığı insanlık suçudur.

Zaten biz İHH olarak, her şeyden önce insaniyeti, insani ilişkileri ve değerleri önemsiyoruz. İnancımız odur ki insanlık bir gün, ilahi değerlerde buluşmadan önce insani değerlerde buluşacaktır. İnsani değerlerde buluşan insanlığın da ilahi değerlerde buluşması daha kolay olacaktır.

İnsanlık bir tekâmül sürecinde şu anda… İnsanlar bazen en aşağı seviyelere inebiliyorlar. Bir insanın yapmayacağı şeyleri yapabiliyorlar. İşte bugün İsrail yönetiminin, hükümetinin içinde bulunduğu durum budur. İnsanlıktan nasiplerini almamışlar. Yani af buyurun, hayvanlardan da aşağı bir seviyeye inmişlerdir. Çünkü bu yaptıklarının izahını hiç kimse yapamaz. Bunun açıklaması hiçbir ilahi dinde, hiçbir beşeri ideolojide yoktur.

Ellerinde sadece tahta sopalarla ya da taburelerle -altını çizerek söylüyorum- kendini müdafa etmeye çalışan insanlara son sistem silahlarınızla saldırıyorsunuz ve katlediyorsunuz. Bunun daha aşağısı var mıdır?

Hz. Hüseyin’in Kerbela’da söylediği bir söz var: “Ey, insanlar! Madem ölüm var. Neden o zaman bu ölüm Allah için olmasın?” Bu gemide şehadet şerbetini içen kardeşlerimiz de insani ve ilahi değerler uğruna Allah için canlarından geçmişlerdir. Buraya giderken şehit olmak amacıyla gitmediler tabii ki. Şehadet sadece bir sonuç oldu. Daha başka bir dokuz kişiye de isabet edebilirdi.

Ama biz şuna inanıyoruz ki hiçbir şey tesadüf değildir. Kâinatta bir el vardır. Bu el de yüce Allah’ın elidir. Ve yüce Allah kendi iradesiyle, kendi eliyle bütün işleri tanzim eder. Bizler de cüzi irademizle külli iradeye tabii oluruz. Bu noktada biz cüzi irademizi ortaya koyduk ve Cenab-ı Hak da böyle bir külli neticeyi bize gösterdi. Bu demek değildir ki bu neticede İsrail’in hiçbir kabahatı yok. İsrailli yöneticilerin büyük bir kabahatı vardır ve cezalarını da çekeceklerdir.

Ama günümüz insanı dünyada ne dolapların döndüğünün farkında ve bilinçli artık. Mesela, İran’da da birçok Yahudi yaşamaktadır ve orada dahi bir tek taciz olayı yaşanmamıştır. Bu da hem insanlığın hem de bizim Müslümanlığımızın tekâmül ettiğinin en büyük göstergelerinden biridir.

Zeki Kanat: 20 yıldan fazla zamandır arkadaşız. Ona İskenderun’umuzun gülümseyen yüzü olarak bakıyorduk. Filistin’e topladığımız yardımları ulaştırmak üzere beraber yola çıktık. Böyle bir müdahaleyi beklemiyorduk. “En fazla pervaneyi kırar ve istedikleri yere çekerler.” diyorduk. Ama zannettiğimizden de canavarca, acımasızca saldırdılar ve katliam yaptılar.

İki ilginç anımız oldu rahmetliyle; bir gün günlüğüme not düşerken, “Olayın ciddiyeti kavranmış, herkes kararlı ve yardım etmeye hevesli. Herhalde tarihe geçiyoruz bugünlerde.” dedim. Bunu duyan Cengiz, “Tarihe geçmiyoruz kardeşim, tarih yazıyoruz.” dedi.

Geminin son günlerinde, arkadaşlar görev bölümü yapıyorlardı. Başlarında Adana şehidi Çetin Topçuoğlu vardı. Hatay ekibi olarak bizleri çağırdı, gittik. En çok şehit verilen üst bölümde görevli olarak bizi yazdı.

“Ara sıra tatbikat yapılacak,” dendi; bir saldırı olursa biz ne yapalım, nerede duralım, nasıl bir pozisyon alalım ki gemiye girmelerine izin vermeyelim, diye. Tatbikat zamanı gelip de anons yapılırken, baktım Cengiz’imizin ismi okunuyor, benimki okunmuyor. Sordum ona: “Neden senin ismin anons ediliyor da benimki edilmiyor?” Cengiz de dedi ki: “Dayı, ben senin ismini sildirdim. Hatay’dan bir kişi yeter.” Olacakları hissetmişti adeta. “Ne alakası var, ne olacağı belli değil,” dedim. “Yok,” dedi, “sen burada kal, biz çıkar işimizi görür geliriz.” O günün akşamı da olanlar oldu zaten.

Galiba yola çıkmadan önce, “Artık benim için de bir şehadet türküsü söylersiniz.” demiş birine. Zaten, en çok da şehadeti anlatan marşları dinlermiş. Aramızda en ciddi şekilde vedalaşan da o idi. Borçlarını ödemesi, tek tek tüm dostlarını araması… Hatta iki aracı vardı, o iki araçtan birisinin ne yapılacağını dahi ailesine söylemişti. Ben bunların hiçbirini yapmamıştım mesela…

Öldüğünü nasıl öğrendiniz?

Orada, misket bombası hariç, her şeyiyle Gazze yaşandı; gözümün önünden ses ve sis bombası geçti, insanlar yaralandı… Gazze’de perdeleri kesip sargı bezi yaptıklarını görüyorduk. Biz de bulmuş olduğumuz bayrakları kesip sargı bezi yaptık. Zemindeki kandan ayaklarımız kayıyordu. Tabii ki beyaz bayrak çekildi. “Karşılık verilmesin.” dendi. Yaralılarımız da vardı. Hatay ekibindeki dört kişiden biri yaralıydı. Onlarla ilgilendik.

Sonra Cengiz’i aramaya başladık. Yukarı çıkmak yasaktı. Yanlara baktık, yoktu. Öbür taraflara baktık, yoktu. Maraşlı bir gazeteci arkadaşımız geldi, Cengiz’i gördüğünü söyledi. Hemen oraya gittik. Yerde yatıyordu. Şehit olmuştu…

Neden Filistin?

Filistin davası insani bir davadır. Orada oluşan zulüm anlatılamayacak ölçüdedir. İşin milli boyutu da şudur: Herkes biliyor ki İsrail’in eninde sonunda topraklarımızda “vaad edilmiş topraklar olarak” gözü var. Bunu kendisi de inkâr etmiyor. Zaten sınırları belli olmayan tek ülke İsrail’dir. Genişlemeye, yayılmaya müsait halde bırakmış. Onun için “Ben milliyetçiyim kardeşim, ben anlamam Müslümanlıktan, insanlıktan.” diyen de İsrail’in karşısında durmak zorunda.

Bir de İslami boyutu var elbette: Bizim orda Mescid-i Aksa’mız var; “Müslümanım” diyen bir insanın orada yapılan zulme duyarsız kalması beklenemez. Bütün bunlara rağmen “İzin almalıydınız, niye gittiniz?” gibi sözler bizleri çok yaralıyor…

Fethullah Gülen’in bu doğrultudaki sözlerini duyunca neler hissettiniz?

Üzüldüm… Çok üzüldüm. Şakirtleri mi desem taraftarları mı desem, böyle düşünmüyorlar… Ancak o öyle söylediği için suskunluğa büründüler. Biraz önce bir arkadaşımız dedi ki: “Saldırının ilk günlerinde bu cemaatten de insanlar bize geldiler ve ‘Söyleyin, sizin için ne gerekiyorsa yapalım’ dediler. Ama bu açıklamadan sonra aynı insanlar bizi gördükleri zaman yollarını değiştirdiler.”

Bunun açıklaması yok. Başkanı arasa yeter, herkesi teker teker aramasına gerek yok. Bu cemaatte çok dostlarımız var. İnsanları üzmek istemediğimiz için konuşamıyoruz. İçimize atıyoruz. Daha fazla açıklama yapmak istemiyorum bu konuda. Belki bir bildiği vardır. Ama çok merak ediyorum nedenini.

Sizin çocuklarınız da Gülen cemaatinin okullarında okuyormuş…

Evet… Hepsiyle dostuz arkadaşız. Geçmiş olsuna geldiler, üzüntülerini belirttiler. Ama o açıklamadan sonra hepsi bıçak gibi kesildi.

Devlet size yeterince sahip çıktı mı?

Evet. 28 Şubat darbesini hatırlayan ve daha eskilerini de okuyan bir insan olarak, bugünlerde böyle tavır konması bizi onurlandırdı. İsrail’deki cezaevinde koğuşlara dağıtılırken bize verdikleri malzemeler arasında iç çamaşırı, jilet, eşofman dahi vardı. Bir gece için bu kadar malzeme vermezler. Yani biz orada kalıcıydık. Türkiye’den “24 saat içinde bırakılmazlarsa olacaklardan siz sorumlusunuz.” ültimatomu gelince, gece yarısı apar topar havaalanına götürdüler bizi. O tavır olmasa bırakmayacaklardı.

 

 

Cengiz Akyüz’ün Otopsi Raporu:

  1. Ensede kafatasına yakın bölgede 1 adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir.
  2. Sağ kulağın 10 cm üzerinde mermi çıkış yarası tespit edilmiştir.
  3. Sağ kulak memesinin 4 cm altında 1 adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir.
  4. Çene altında gırtlağın solunda 1 adet mermi çıkış yarası tespit edilmiştir.
  5. Sırtın üst bölgesinde omurilik hizasında 1 adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir.
  6. Sol uyluk alt ön yüzde (diz üstü) 1 adet mermi giriş yarası tespit edilmiştir.
  7. Vücuduna 4 adet merminin isabet etmiş olduğu enseden, sağ kulak altından, sırtın omurilik hizasından giren mermilerin öldürücü nitelikte oldukları tespit edilmiştir. Vücudundan 2 adet mermi çıkarılmıştır.
  8. Rapora göre kişinin ölümü ateşli silah mermi çekirdeği yaralanmasına bağlı kafatası, yüz, omur, bacak kemik kırığı ile birlikte beyin kanaması, omurilik yaralanması ve iç organ yaralanması nedeniyle gerçekleşmiştir.

Bir yıl sonra…

Kemal Kamahlı: Olayın üzerinden neredeyse bir yılın geçtiği şu günlerde, “Ciddi adımlar atılsın, sürüncemede kalmasın.” diyoruz. Diklenmeden dik durduklarını ve somut adımlar atmayı, seçim prosedürü nedeniyle ertelediklerini ümid ediyoruz. Batı ve İslam ülkeleri de çifte standardı bırakıp sürece dâhil olabilirler.

O gemide sadece Türkiye’den değil dünyanın her yerindeki ülkelerden insanlar vardı. Onlardan da ölen olabilirdi. Bu yüzden yargı süreci bütün ülkelerde ortak olarak başlatılmış olsaydı caydırıcılık oluşturabilirdi…

İsrailliler çok büyük baskı kuruyorlar. Kanun tanımıyorlar, “Ortadoğu’nun hâkimi biziz!” diyorlar. Mavi Marmara olayıyla da sözün bittiği yerdeyiz belki de… Ama STK’lar bu işin peşini bırakmayacak. Gazze’ye yeni bir yardım filosu için hazırlıklar başladı bile…

İki yıl sonra….

Kemal (Kamahlı) Bey, geçen sene konuştuğumuzda “STK’lar bu işin peşini bırakmayacak.” demiş ve yeni yardım filosunun hazırlıklarından söz etmiştiniz. Ama Mavi Marmara yola çıkamadı… Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

İnsanlık için bir turnusol görevi gördü Mavi Marmara. Bir uyanışa vesile oldu… Ama Gazze ve Filistin sorunu hâlâ devam ediyor. Çünkü, İsrail zulme devam ediyor, biz de mazlumun yanında durmaya devam ediyoruz.

Bunları İHH adına değil, kendi adıma, bir Müslüman ve insan hakları aktivsti olarak, her şeyden önce hür vicdanlı bir insan olarak söylüyorum…

Mavi Marmara, misyonunu en güzel şekilde ifa etti ve etmeye de devam ediyor. O, hür vicdanlı insanların gönüllerinde yaşıyor artık … şehir şehir, liman liman yol alıyor.

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın