Bölüm

Küresel vicdanın temsilcileri: Mavi Marmara Yolcuları

Vicdanımız bir soru sorar bize: ‘Sen olsaydın ne yapardın?’
Cevabımız kendimizedir,
hayata karşı duruşumuzu ve mizacımızı gösterir.
Ve hayat: ya korkarak yaşanır ya da cesaretle!
Seçim bizimdir.”

Ufkumu genişleten bu uzun yolculuk boyunca o kadar çok insanla, zaman ve mekân kavramlarının anlamını yitirdiği öyle güzel karşılaşmalar yaşadım ki an geldi bütün bu buluşmaların sanki tek bir yerde ve tek bir zamanda devasa “TEK” bir ruhla yapıldığı duygusuna kapıldım. Bu ortak ruhu anlatmaya kelimelerim yeter mi bilmiyorum ama deneyeceğim…

Nasıl ki Nuh’un Gemisi insan neslini kurtarmak için çıktıysa yola, küresel vicdanı temsil eden Mavi Marmara da insanlığın onurunu kurtarmak için Gazze’ye doğru çevirmişti rotasını. Gemi yolcuları, zulüm karşısında sessiz ve tepkisiz kalmayan ama bu tepkisini şiddet dışı yöntemlerle, mazlumlarla dayanışarak göstermeyi tercih eden bir erdemliler topluluğundan oluşuyordu. Ve geminin kendi aralarındaki adı “Nuh’un Gemisi” idi.

Evlerine konuk olup saatlerce sohbet ettiğim, acılarını paylaştığım şehit ailelerinde, duygu ve düşüncelerini anlatırken yoğun bir acı vardı ama ağlanıp sızlanmak, kadere isyan etmek hiç yoktu. Tam tersi insanı şaşırtan bir metanet vardı. Onların bu ortak duruşunu en güzel anlatan kelime “vakar”dır herhalde. Ve onlar bu gücü imanlarından alıyorlardı. Her şeye rağmen gelecekten yana umutluydular; “Dinimizdeki en büyük günahlardan biri ümitsizliktir.” diyorlardı. Bilinci kapalı bir şekilde komada yatan eşi Uğur Söylemez için iki sene sonra dahi “Allah’tan ümit kesilmez, iyileşecek inşallah.” diyen Tuğba Hanım, bu ruh hâlinin en güzel örneklerinden biriydi.

Yola çıkmadan önce, hiç bilmediğim diyarlarda, tanımadığım insanlarla bu kadar hassas ve trajik bir konuyu konuşacak olmanın verdiği endişeyle karışık bir heyecan vardı içimde. Bana iç dünyalarını açıp açmayacaklarını bile bilmiyordum, sadece umut ediyordum.

Menzile vardığımda müthiş bir açık yüreklilikti karşılaştığım. Hiçbirinden en ufak bir içe kapanma, kendini gizleme, sakınma duygusu almadım. En can acıtı soruları bile sonsuz bir açık yüreklilikle yanıtladılar.

Aradan aylar geçmesine rağmen, görüştüğüm tüm şehit yakınlarının mimiklerini, seslerindeki duygu tonlarını, gözlerindeki ifadeleri ve yüreklerinden kopup gelen kimi zaman hüzünlenen, kimi zaman öfkelenen, kimi zamansa umudun gökkuşağı rengiyle donanan cümlelerini sanki daha dünmüş gibi hatırlıyorum. Ve ne yalan söyleyeyim, özlüyorum onları.

Aramızda bu kadar hoş ve açık bir iletişim kurulması da oldukça ilginçti aslında. Çünkü medyanın hırpaladığı bu insanlar beni hiç tanımıyorlardı. Gazeteci olduğumdan başka bir bilgileri yoktu hakkımda. Üstelik çok tanınmış ya da en azından onların çevrelerinde bilinen bir gazeteci de değildim. Telefonlarını İHH’dan almış ve aramıştım, o kadar.

Bu durumun iki nedeni vardı bence: Birincisi ve en önemlisi; gerek İHH’nın gerekse görüştüğüm insanların saklayacak ve çekinecek bir şeyleri yoktu. Kendinden emin olan insan, yüreğini açmaktan korkmaz.

İkinci nedeni ise biraz da bana bağlıydı sanırım, kendime pay çıkarmasam olmaz ya, ilk andan itibaren ben de çok açık ve en önemlisi iyi niyetliydim. Olayı tam olarak anlamaktan ve okuyucuya aktarmaktan başka derdim yoktu.

Başlarken de itiraf ettiğim gibi (bu satırları yazarken nasıl kızardığımı siz görmüyorsunuz neyse ki) İç Anadolu, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimize (çok eskiden yaptığım birkaç aylık, Hakkâri ve Konya konaklamalarını saymazsak) ilk defa gidiyordum.

Hep anlatırlar ama bizzat yaşayarak deneyimlemek başka bir şeymiş gerçekten de… Gittiğim her yerde müthiş bir misafirperverlik vardı.

Yani, yas evine gitmesem biraz daha doğal karşılardım ama acılı insanların evine, sorular sorup istemeden de olsa canlarını sıkmaya, yaralarını deşmeye gitmiştim.

Ben olsam “Sen de nereden çıktın?”, deyip en kısa zamanda başımdan savmaya bakardım belki de. Ama öyle yapmadılar. Tüm zamanlarını bana ayırmışlardı sanki… Ben de sorularımı biran evvel sorup gideyim diye hiç kasmadım kendimi. Dolayısıyla her seferinde, yaşananların ve duyguların en ince ayrıntılarına kadar paylaşıldığı rahat bir sohbet ortamı doğdu. Ve şehit eşlerinden çoğunun “Neden otelde kalıyorsunuz, bizde kalın.” teklifi, hatta ısrarıyla karşılaştım. Nezaketten öte bir şeydi bu. Samimiyetti, güvendi, açık yüreklilik ve tabii ki Anadolu insanının genetik kodlarındaki misafirperverlik duygusunun dışavurumuydu.

Randevumuz yemek saatine denk geliyorsa çekingen mizacımdan ve karşımdakine zahmet vermek istemediğimden, yemek yiyip geleceğimi, hiçbir şey hazırlamamalarını özellikle rica ediyordum ama her seferinde de bunun yadırgandığını görüyordum.

En sonunda Çetin Topçuoğlu’nun kardeşi Cumali Bey ağzımın payını verircesine, “Bana bakın,” dedi, “olmaz öyle şey. Bizim buralarda birinin evine gittiğinde ikramı reddetmek, bir şey hazırlamayın demek hakaret kabul edilir.”

Dersimi almış bir şekilde evlerine gittiğimde ise Çiğdem Hanım’dan final zılgıtını yedim. Birbirinden değişik yöresel yemeklerin olduğu tabağa bakıp “Ne zahmet ettiniz, ben bunları mümkünü yok yiyemem.” dediğimde öyle bir “Hepsini yiyeceksin!” dedi ki tırstım kaldım… (Neyse ki o odadan çıktıktan sonra, kardeşi Cumaziye Hanım’ı kandırıp ikramlardan yiyebileceğim kadarını alıp gerisini mutfağa yolladım da Çiğdem Hanım odaya döndüğünde hepsini bitirmiş gibi rol yapabildim.)

Ve bu durum her gittiğim yerde böyleydi. Yemekle de aram çok hoş olmadığı için en zorlandığım konu ev sahiplerimi bu konuda ikna etmek oldu dersem abartmış olmam herhalde.

Mavi Marmara yolcularının (ben onlara öyle diyorum artık, umarım yadırgamıyorsunuzdur) en belirgin ve ortak özelliklerinden biri de bazılarına akıl almaz gelebilecek yoğunluktaki yardımlaşmaya odaklanmış yaşam biçimiydi.

Onların, hayat içindeki duruşlarını görüp de insan hayatına verdikleri değeri ve diğerkâmlıklarını anladıktan sonra “Gazze’ye niye gittiler?” sorusunu sormak öyle abes kaçıyordu ki onları biraz olsun tanıyan, yaşam biçimlerini az çok bilen biri böyle bir soruyu ima bile etmeye utanırdı.

Anneannem, iyi biriyle her karşılaştığında “Dünya böyle insanlar yüzünden ayakta duruyor.” derdi. Onun bu deyişi benim de yol boyunca sık sık hatırladığım bir söz oldu. Bir yanda mal mülk için kardeşin kardeşi öldürdüğü, kişisel çıkarlar uğruna en yakın dostlukların harcandığı bir dünya, öte yanda ise varını yoğunu hiç tanımadığı ihtiyaç sahipleriyle paylaşan insanlar…

Emin olduğum bir başka konu ise İsrail’e o kadar öfke duymalarına, canlarının bir parçası İsrailli askerler tarafından hunharca katledilmesine rağmen hiçbirinde en ufak bir Yahudi düşmanlığı olmamasıydı.

Bunu iyice anlamak için aynı “şehitlik ve cihad” konularında yaptığım gibi döne döne, aklımda hiçbir soru işareti kalmayıncaya kadar bu konuyla ilgili sorular sorup “gerçekten” ne tür duygu ve düşünceler içinde olduklarını anlamaya çalıştım.

Ve şu anda sonsuz bir gönül rahatlığıyla, yediden yetmişe görüştüğüm herkesin, Yahudilerle, İsrail’in “hukuk tanımayan” yönetimini ayrı bir yere koyacak kadar bilinçli insanlar olduğunu söyleyebilirim.

Onların derdi İsrail ya da İsrail halkı ile değil Siyonist İsrail yönetimi ve Siyonistlerleydi.

Aylar süren Mavi Marmara yolculuğumda tanık olduğum, hayata karşı umut dolu bakış, cesaret ve sağlam duruş, görüştüğüm herkesin ve onlardan dinlediğim dokuz şehidimizin de en belirgin özelliğiydi.

Bana, iki üç cümleyle Ali Haydar Bengi, İbrahim Bilgen, Fahri Yaldız, Cengiz Akyüz, Çetin Topçuoğlu, Cengiz Songür, Cevdet Kılıçlar, Necdet Yıldırım ve Furkan Doğan’ın ortak özelliklerini anlat deseler, onları: idealist, atılgan, cesur, inançlı, dürüst, neşeli, dışa dönük, sevgi dolu, sevdiklerine ve manevi değerlerine bağlı, kendilerini iyiliğe adamış insanlar olarak tanımlarım. Atılgan sıfatını ise özellikle vurgularım.

Onları yakından tanıyanlar ve aileleri baskın haberini alıp da vurulanlar olduğunu duyduklarında “Kesin bizimki de onların arasındadır.” diye düşünmüşler ve ne yazık ki yanılmadıklarını görmüşlerdi. Çünkü dokuzu da böyle bir durum karşısında korkup saklanacak ya da tepkisiz kalacak karakterde değildi.

Belki, “Pasif direniş daha iyi olurdu, hemen teslim olsalardı da ne kendilerini ne de diğer yolcuların hayatını riske atmasalardı.” diyebilirsiniz ama siz de takdir edersiniz ki o kadar ani gelişen bir durumda ve öylesine şiddet dolu bir ortamda mantıktan önce açığa çıkan şey, insanların karakterlerinin hâkim olduğu refleksleridir; daha doğrusu fıtratları…

Bunun içindir ki onların bu şekilde direnmesi beni hiç şaşırtmıyor ve o yaradılıştaki insanlar başka türlü davranamazlardı diye düşünüyorum.

Hatırlarsanız, gemideki gazetecilerden biri, “Saldırı başlayıp da gazetecilik adına yapacak bir şeyimiz kalmayınca basın odasındaki masaların altına saklandık.” diyordu. Bu da yapısal bir özellik olup son derece de insani bir davranıştır. Kimseyi saklandığı, sindiği için eleştiremezsiniz.

Ama aynı ortamda Cevdet Kılıçlar, yapacak başka bir şey kalmadığını görünce saklanmamış ve hemen arkadaşlarına yardım etmek için üst güverteye çıkmış akabinde de vurulmuştu.

Furkan da böyle bir karaktere sahipti; günlüğüne son cümlelerini yazıp olayı fotoğrafla belgelemek için yukarı çıkmıştı.

Nasılki saklanıp sinenleri yargılayamazsak, evine, yani gemisine saldıran katili engellemeye çalışan gözüpek ve atak insanları da yargılayamayız. Meşrebimize göre ister “Bu ne cesaret, ne yürek!” deriz, ister aptal olduklarını düşünüp “Saklansalardı ya, ne işleri vardı o ateşin içinde.” deriz.

Ama ardından vicdanımız bir soru sorar bize: “Sen olsaydın ne yapardın?”

Cevabımız kendimizedir, hayata karşı duruşumuzu ve mizacımızı gösterir. Hayat, ya korkarak yaşanır ya da cesaretle. Seçim bizimdir.

Mavi Marmara’da canını yitiren dokuz yiğit de hayatlarını hep cesaretle yaşamışlardı ve aynı cesaretle de sonsuzluğa yelken açtılar.

 

0 Yorum ↓

Yorum Yok

Yorum Yazın